14 Şubat 2015 Cumartesi

Sunay Akın'la Söyleşi / Kadınca Dergisi

Kendi cumhuriyetini kurduğunu söyleyen şair Sunay Akın kendini, "Tek kişilik bir orduyum" diye tanımlıyor kendini. Bu günlerde Türkiye’nin ilk oyuncak müzesini açmaya hazırlanan Akın, "Belki Donkişotluk ama ben düşlerimi gerçekleştiriyorum" diyor.



Sunay Akın, Türkiye’nin bilinmeyen tarihini anlatan, düşlerini gerçekleştirmek için yaşayan bir şair. En çok da kadınlar ve gençlerin favori şairi. O’nun ürettikleri ve sanatı her zaman isminden önce geldi. 
Adıyla değil, çalışmalarıyla gündemde kalmayı başaran örnek bir sanatçı oldu. Türkiye’nin tanıdık bu şairiyle Kadıköy’deki müzeleştirdiği köşkünde görüştük. Bugüne dek hiç yapılmayan bir ilki gerçekleştirmeye hazırlanıyor. Türkiye’nin ilk oyuncak müzesini açmaya hazırlanan Akın, "Donkişot olmak da güzel ve ben düşlerimi gerçekleştiriyorum" diyor. "Tek kişilik bir orduyum" diyen düşlerin şairi, on yıl boyunca topladığı antika ve eski oyuncaklardan, bir müze oluşturmuş. Kasım ayında açmayı düşündüğü müze için aileden kalma bir konağı restore ederek, yeniden düzenlemiş. Sunay Akın’la bir yandan sohbet ederken bir yandan da düzenlemesi devam eden bu müzeyi gezdik. 
Gerçekten de harika ve inanılmaz oyuncaklara sahip bir müze olmuş. 

Trabzon’da geçtiğimiz yüzyılın en güzel yılında gözlerimi dünyaya açtığını söyleyen şair Akın, 1962 yılını, ülkenin en sakin dönemi olduğunu için sevdiğini söylüyor. Ayrıca, 62’den tavşan yapıldığı esprisiyle sohbete sevecenlik katan şair, üzerine şiirler yazdığı İstanbul’u ilk kez, Trabzon’daki bir sinemada izlediğinde görmüş. O yıllarda kadınlar için yapılan matinelere annesiyle birlikte film izlemeye gider ve İstanbul’un kendine verilmiş en büyük ödül olduğunu düşünürmüş. Sunay Akın, "Altı yaşımdayken babam bütün aileyi yaz tatilinde İstanbul’a götürdü. Hep o sinemalarda gördüğüm İstanbul’da gezinmek, büyük bir panayırda gezinmek gibiydi. Fotoğraflar çekilip albüme konuyordu ve albüm sehpanın üzerine duruyor, ne zaman bir misafir gelse ona uzatılıyordu. Misafir albümün sayfalarını çevirirken kendimi konusu İstanbul’da geçen filmin başrol oyuncusu gibi hissediyordum. Bu yüzden İstanbul hayatımdaki en büyük ödüldü" sözleriyle İstanbul hayranlığını bir kez daha dile getiriyor. 



Hiçbir zaman pazarlanan ve satışa sunulan bir yazar olmadığını söyleyen şair, hayattan ve şiirden beklediklerini anlattı. Her zaman anlattıklarıyla ilgi odağı olan Sunay Akın’la politikayı, edebiyatı, şiiri ve düşleri konuştuk: 

N.S.M. İstanbullu olmak İstanbul’u yaşamak nasıl bir duygu? 

- İnsanlar güvendiği bir dostuna sırlarını açar ya, işte İstanbul’da benimle konuşuyordu. Onun yarasını, acını anlıyordum. İstanbul’da bana sırlarını anlatıyor, paylaşıyordu. Diyorlar ki, "Bunca güzel sözü nerden buluyorsun?". İstanbul’un dostu, arkadaşı olun yeter! Zaten o size anlatır; çünkü bütün bunlar İstanbul’da gizli. Kendimden çok fazla söz etmeyi sevmiyorum benim kitaplarımda da otobiyografim yok. Tanınıyorsam ya da seviliyorsam bu, ürettiklerimle ilgili. 



N.S.M. Biraz özel yaşamınızdan bahseder misiniz? 

- Hayatımda ilk kez arkadaşlık teklif ettiğim ilk insanla, hala mutlu bir aşk yaşıyorum. Unutulmaz film ’Selvi Boylum Al Yazmalım’da olduğu gibi, sevmek emektir, üretilen, ve kazanılan bir şeydir. Eşim felsefe, sosyoloji öğretmeni. İki çocuğum var; oğlum lisede, kızım Sezin de ilkokulda okuyor. 
Evcil biriyim, ama araştırmak için çok geziyorum. Okumak için tek bir yerde duramam. Fakat bir şeyi özlerim: Evimi... Eşim beni çok iyi anlıyor. O, yalnızca yardımcı değil, aynı zamanda bana yol açan biri. İnsanın önünde sorunlar varsa kaşif olamaz ve hayat zindana döner. 

N.S.M. Müzeden bahseder misiniz? 

- Müzeler insanı eğitir. Müze sözcük olarak, ilham perisi demektir. Zeus’un dokuz güzel kızı vardır. Musa’lar ilham perileri ve Muses, Samos adasında Perseus’un kurduğu şehirdir Muses. Müze adı da oradan gelir. İnsanlar da buraya gelip, ilham alarak çıkacak. Müze herkese açık bir yer. Tüm amacımız; karanlıktaki insanı, aydınlatabilmektir. 
Eşim kurmakta olduğum müzenin yöneticisi olacak. Ve bu müze Türkiye’nin ilk oyuncak müzesi olacak. En büyük düşüm, böyle bir müzeydi. O yüzden aileden kalma bir köşkü yeniden düzenleyip, içini oyuncaklarla doldurdum. İç düzenlemesine oyun arkadaşlarım yani sponsorlarım yardımcı oldu. Faber Castel, Isuzu, Novantis, Honda, Simens katkı da bulundular. Kültürel bir hayata, başka alanlarda olduğu gibi gereken ilgi gösterilse, güzel şeyler daha da çoğalır. 
Müze’nin bulunduğu köşk, 750 metrekare ve 5 katlı. Her oda ayrı hikayeyi ve gerçek hayatı anlatacak. Girişte, Türk motifli oyuncakların sergilendiği bir bölüm ve Eyüp’te bir oyuncak atölyesinin canlandırıldığı bir bölüm yer alıyor. Üst katta Kızılderililer ve Amerika; başka bir odada savaş oyuncakları var. Ayrıca hayvanlar ve masallar; tabi ki Sindrella, Pinokyo, Hansel ve Gratel gibi simgeleşmiş karakterler de burada yerini alacak. Oyuncakların sergilendiği köşkün tüm odaları ise dönemlere ilişkin dekorlarla süslendi. 
Katlardan birinde konferans ve çeşitli etkinliklerin yapılacağı seksen kişilik bir de salon bulunuyor. Bir kat kafeterya ve okuma alanı olacak. Müzede, on yıl boyunca topladığımız toplam dört bin oyuncak, sergiye açılacak. Hepsini bir anda sergileyemeyeceğimiz için belirli zamanlarda değişecek şekilde sergilenecek. Kasım ayı içinde, birkaç gün sürecek şenlik mahiyetinde bir açılış düşünüyorum. Ahmet Necdet Sezer’in açılışa gelmesini çok istiyorum. Kadıköy Belediye Başkanı ve İstanbul Büyük Şehir Belediyesinin Kültür İşleri sorumlusu İskender Pala’yı da yanımda görmeyi çok istiyorum. 

N.S.M. Biraz araştırdığımızda gördük ki üniversiteli gençlik, sizi yakından takip ediyor. Girdiğimiz birçok okulda Sunay Akın’ın katıldığı konferans afişleriyle karşılaştık. Neden üniversiteli gençlik sizi bu kadar çok seviyor? 

- Türkiye’nin bütün üniversitelerine gittim. Geçtiğimiz 2002-2004 yılına kadar Van’dan, Edirne’ye kadar bütün üniversitelerdeki etkinliklere katıldım. Mümkün olduğunca davetlere, üniversitelere, sivil toplum örgütlerinin bu tür etkinliklerinde yer almaya çalışıyorum. Yurt dışına da gidiyorum. Bütün bunlar, ürettiklerimin bir sonucu. Hiçbir zaman kitaplarımın ya da o tek kişilik sahne oyunumun önüne geçmedim. Her şeyden önce sanatım yer aldı. Pazarlanan, satışa sunulan bir yazar olmadım. 
Anlattıklarım insanların ilgisini uyandırıyor, seviyor ve izlemek istiyorlar. Beni en çok da bu mutlu ediyor. 

N.S.M. Marmara Üniversitesi’nde ve Müjdat Gezen Sanat Evi’nde dersler veriyordunuz. Hala devam ediyor musunuz? 

- Müzeden dolayı bu yıl ikisini de bıraktım; çünkü çok zor bir iş gerçekleştiriyorum. İstanbul’da Türkiye’nin ilk oyuncak müzesini kuruyorum. Zaman ayırmak istiyor bu yüzden bu yıl affımı istedim. 

N.S.M. Anlattığınız tüm hikayeler gerçek ve belgeli. Bu nedenle de ciddi bir araştırma ve zaman gerekiyor değil mi? Buna bir de müze kuruluşu eklenince, hayli yoğun bir tempoda çalışıyor olmalısınız. 

- Evet, hiçbir sanat eseri hayatın kendisi kadar şaşırtıcı, çarpıcı ve güzel olamaz. Hiçbir sanat eseri hayatın taklidi, kopyası olmamalıdır. Hayatın kendi öyküsü, sineması, resmi, heykeli şiiri ile çok daha anlamlıdır. Kasımpaşa’da Cezayir’li Hasan Paşa Kışlası’nın kapısının yanındaki bir betonun üzerinde, yuvarlak bir demir halka vardır. O, Cezayirli Hasan Paşa’nın aslanını bağladığı halkadır. İşte bu bilgiler, üretimlerimin sonucudur. Emeğimle bir yerlere geldim ve iyi bir yayıneviyle çalışıyorum. 
Çınar Yayınevi, rahmetli Rıfat Ilgaz’ın kurduğu Cağaloğlu geleneğinde bir yayınevi. 

N.S.M. Bildiğimiz kadarıyla sizi ilk Cemal Süreya keşfetmişti. Nasıl keşfedildiniz ve Cemal Süreya öncesinde neler yapıyordunuz? 

- Üniversite yıllarında çok okuyordum. Hiç bir zaman kantin kuşu, öğrenci kahvelerinin müdavimi olmadım. Vaktim kütüphanelerde, sahaflarda geçiyordu. Yaşamak buydu ve hala da aynı şekilde düşünüyorum. İlk şiirim 1984 yılında yayınlandı ve Cemal Süreya benden söz eden yazılar yazmaya başladı. 
Aslında, kendi kuşağımdan pek çok şairi de bana düşman etti; çünkü genelde bir araya gelmek istemediğim, hep kaçındığım insanlar şairlerdi. Kartvizit olarak kullanmak için kendine şair diyenler, polemikler, kıskançlıklar paylaşamazlıklar... Kendi sığlığından, kendi yazdıklarına güvensiz olanların yaptığı gibi kavgalar içinde yer almak istemedim. 

N.S.M. Daha sonra Orhan Veli’nin ’Yaprak’ adlı dergisini çıkardınız. 

- Orhan Veli’nin ’Yaprak’ adlı dergisi, ölümünün ardından arkadaşları tarafından ’Son Yaprak’ olarak çıkarılmıştı. Akkün Akova ve Ramazan Ürel ile birlikte onu yeniden yayınladık. 
Cemal Süreya ile birlikte bir dergi çıkarmak istiyorduk; hatta adını da o koymuştu: 
.....Yalnızca bir sayı çıkardım ve dergi orada kaldı; çünkü onu Cemal Süreya için çıkardım. Dergici değildim, hiçbir zaman da olmadım. 
Dergiler elbet ki çok önemli ve edebiyatın mutfağı; ama dergicilik benim işim değil. 
Orhan Veli Şiir Evi’nde Şerif Özsoy tarafından ’Yaprak’ hala çıkarılıyor. Şerif Özsoy, Orhan Veli konusunda ordinaryüs profesördür. 
Kitaplardan ve gösterilerden kazandığım ne varsa, son on yıldır antika, eski oyuncaklara yatırdım. Çünkü bir oyuncak müzesi kurma düşüm vardı. Buna, ’Donkişotluk’ diyorlar; ama olsun. Donkişot olmak da güzel ve ben düşlerimi gerçekleştiriyorum. Kız Kulesi için de bunu yapmak isterdim; fakat oranın Şiir Cumhuriyeti olmasını istedim. "Dünyanın İlk Şiir Cumhuriyetidir" diye ilan ettim Kız Kulesi’ni. İlk aşk şiiri bir kadın tarafından Sümer tabletine yazılmıştır. İşte o aşk şiirinin Kız Kulesi’nde sergilenmesini istedim. Bu ayrıca, İstanbul’a, kent yaşamına ve turizme çok şey katardı. Bu ülkeyi yönetenlerin, söz sahibi olanların hiç de o yer ve o birikime layık olmadığını gördüm. Gündelik hayatın içindeki öylesine insanlar, o yerleri daha çok hak ediyor. Bunlar, politikanın çirkin,çıkar ve rant cambazlığından başka bir şey değil. 

N.S.M. Kız Kulesi’nin şuan ki restorasyonunu ve restoran olarak kullanılmasını nasıl karşılıyorsunuz? 

- Hiç gitmedim! 1992 yılından sonra adım atmadım. Orası müze ya da sanat merkezi olmalıydı; tabi ki içinde kafeteryası ya da restoranı da bulunarak. Yoksa Kız Kulesi’nin lokanta ile ne ilgisi var! Orası bir sanat merkezi olmalı ve o şekilde düzenlenmeliydi. Bazı fotoğraf ve resimlerde kulede bir iğde ağacı ve sallanan küçük bir kız çoğu var. Onu arıyorum. Hani, ağaç nerede? Her şey sevgiyle yapılır; yoksa çıkar ve rant kaygılarıyla bu işler yapılamaz. 

N.S.M. Düşlerinizden biri de iki yaka arasında seyir eden vapurlara, şairlerimizin isimlerinin konulmasıydı. Orhan Veli, Nazım Hikmet gibi... 

- Bu düşünce benim en büyük özlemimdir. Vapurlara şair adları verilsin ve her meydana iskele meydanına mutlaka bir atlıkarınca konulsun. Hele akşamüstü günün ilk ışıkları yanınca, oluşacak o güzel manzarayı düşünebiliyor musunuz? Bunları gerçekleştirmek hiç de zor değil. Önce bu kenti sevmek lazım; ancak çıkardan, iktidar kaygılarından uzakta. Ülkede yönetim sahibi olan insanlar, benden akıllı değil; onlarda olup da benden olmayan bir şey de yok. Bir aydın, zaten iktidar kavgası içinde olmamalı; sadece aydınlatmalıdır. Taşıdığım, bulduğum ışıkları, karanlıkta duran insanlara vermek istiyorum; çünkü aydınlıkta duran insanların ışığa ihtiyacı yok. Fakat dünya ve insanlık kararıyor. 

N.S.M. Hıncal Uluç köşesinde, "Ben bu ülkede Türkçe’yi en iyi kullanan, yazan, en iyi anlatan kalemlerden biriyim. Bununla da gurur duyarım; ama Sunay Akın’ın anlatımını buraya getirmem mümkün değil. O bir efsane adam" diyor sizin için.. 

- Hıncal Uluç’un bana böyle yazması, benim için en güzel ödüllerden biridir. 
Zamanında Cemal Süreya yazmıştı, "ödüllerim bunlardır" diye. Ben de ödüllere katılmıyorum; çünkü ödüllerimi alıyorum. Hıncal Uluç’un yazdıkları tamamen, kendi güzellikleridir. O, yazılarında kendine kızan, öz eleştiri yapabilen biridir. Uluç kadar senfoni oluşturan, hayatın pek çok renkli, karanlık yanlarını fark etmiş ve pek çok alanda yazı yazmış farklı bir kalem daha tanımıyorum. Ondan dolayı da hayata bu kadar egemen ve bilgili. Böyle birinin beni izlemesi, benim için başlı başına bir şans. Yazımı beğenip yazması da kaymaklı ekmek kadayıfı gibi olmuş. O yazıdan sonra bana karşı duyulan ilgi, katmerleşerek ortaya çıktı. Uluç, anlattıklarımın doğruluğuna ve toplum içinde önemsendiğine inandığı için, yön gösteren bir yol tabelası gibi beni işaret etmiş. 

N.S.M. Politikada çok seslilik artık kalmadı değil mi? 

- Senfoni dinlemeyen bir toplum algılayamaz. Dikkat edin birçok şey birbirine benziyor. Çok sesli müzik kalmadı. Şimdi bu toplumun, çok sesli bir politikadan da söz etmeye hakkı yok. Oysa demokrasi, üflemeli çalgılar olmalı, vurmalı çalgılar, yaylı çalgılar olmalıydı. Çok sesli düşünce özgürlüğünü savunuyorum. Özgürlüğü savunan her insanın benim gibi düşünmesini istemek düşünce özgürlüğü olamaz. 

N.S.M. Kırk yıl önce Pablo Neruda’nın ’Analara Ağıtlar’ şiiri dilimize çevrilmiş ve geçen yıllarda bir dergi de bu şiiri yayınlamıştı. Sonrasında dergi kapatıldı. Sahipleri şu anda DGM’de onar yıllık hapisle yargılanıyor. Kırk yılda ülkemizde sizce değişen nelerdi? 

- Kırk yılda çok yasalar değişti. Yasaların değişikliği ve sözünü ettiğimiz o medeni uygarlık yolunda değişecek olan yasalar, toplum tarafından algılanıp yaşama geçirildiği anlamına gelmiyor. Kırk yıl, bunu gösterdi. 
İşte Türkiye’de AB’ye girme süreci içinde söylediğimiz ve pek çok insanın söylediği yasalar, hükümetten geçti. Örneğin; ’idam cezaları kaldırılsın’ diyorduk; böyle bir şey talep ettiğimiz için vatan haini olduk. Sonra bize bunu diyen MHP’liler, o cezayı kaldırdı. Bugün ne değişti? Evet, idam yasası kaldırıldı ama bugün ağabey, kardeş, baba kızını zinadan, töreden dolayı öldürüyor. Cezalar kağıt üzerinde kalktı; ancak feodal yapı içindeki bir erkek, potansiyel bir cellat olarak hala devam ediyor. 

N.S.M. Kitaplarınızı okumuş, radyo programlarınızı dinlemiş ve birçok kez de gösterilerinizi izlemiş biri olarak merak ediyorum: Bir İstanbul masalı gibi görünse de hepsi belgeli ve gerçek olan anlattıklarınızın okullarda ders içlerinde işlenmesi, ezberci eğitim sistemine karşı gördüklerini yorumlayabilen bir neslin yetişmesinde katkısı olmaz mı? 

- En büyük özlemim; kitaplarımın bir gün ders kitapları olarak okutulmasıdır. Özel okullarda okutuluyor. Özel okullar devlet okullarına göre çok daha ileri seviyede. Fakat ne yazık ki her çocuk bu özel okullara gidemiyor. Bu tür adaletsizliğe yani kul ve köle toplumuna karşıyım. Bütün yazdıklarım da, kul ve köle toplumunu yıkmak içindir. Kitapların devlet okullarına girmesi için öğretmenlerimiz de benimle aynı çaba içinde. İçlerinde aydın, ileriyi görebilen çok güzel öğretmen ve yöneticilerimiz var. Aydın olmayıp, çağdışı, cumhuriyet karşıtı öğretmenler de eğitim veriyor. İşte asıl onlarla tosluyorsun duvara ve o zaman da ne yazık ki bir yerlere akıp gidiyorsun. 
Her zaman sokaklardayım. Yüzlerce, binlerce davet alıyorum; yurt dışından da, yurdumuzdan da bir gün içinde üç okula gidip gösteri, söyleşi yaptığım zamanlar oluyor. Sesimin, bedenimin, gücümün yettiğince öğretmenlerimin davetini kırmıyorum. Ondan ötesi, müfredat dediğimiz kalıplaşmış eğitim sistemidir. İşte oraya, buradan müdahale edemiyoruz. Her şeye rağmen biliyorum ki gelecek benimdir; çünkü bunu yaşamaya başladım bile. 

N.S.M. Biraz da ülke gündeminden bahsedelim. Sizce çok mu gerekli AB’ye girmemiz? 

- Hiçbir yere girmemiz gerekli değil! Nedir AB? Her yere girmeliyiz ve herkesle ilişkimiz güzel olmalı ayrı bir konu; Türkiye güç olsaydı, AB onu kabul etmek isteyecek hatta davet edecekti. Önce kendi insanlarımızın mutluluğu, huzuru, aydınlanması; önce kendi evrim sürecimizin tamamlanması olmalıdır. Bunları da kimseye yaranmak için değil, "insanımız hak ediyor" diyerek yapmalıyız. Geçmesi gereken yasalar da yalnızca AB’nin reçetesine uysun diye yapılıyor. Kazanımlarımız olan gerekli yasaları kendimiz üretemedik.

N.S.M. Korsan yayını önlemek adına yapılan bandrol uygulamayla, parası olanlar bandrolleri topladı. Kitapları baskıya girmeden reklamları yayınlandı. Bu uygulamayla imkanları kısıtlı olan yazar ve şairler olmayan, mağdur duruma düşmedi mi?

- Orhan Pamuk, çok sevdiğim bir yazardır. Kitabı çıktığında henüz daha toplum okumamışken, kitabın önünde pozlar vermesi ve kitap henüz okurla buluşmamışken kitabın içeriğinden bahsetmeyip ne kadar basıldığını anlatması, hoş değil. Yazarın buna alet edilmemesi gerekir. 

N.S.M. Şiirde gelişebilmek, yeni akım yaratmak ya da şiirde buluş gerçekleştirmek için ne yapılmalı? 

- Bunu belirleyemeyiz; ama çok iyi şairler ve güzel şiirlerimiz var. 
Edebiyatımızda yirmi yıl öncesine kadar şiir öndeydi. O kadar çok kabız şiir yazıldı ki, şiirin alt alta getirilen dize olduğunu sanan da şiir yazmaya başladı. ’70 ve 80’li yıllardan sonra şiirin iktidar noktasında olan, kendine eleştirmen diyen, ama el(l)eştirmenden başka bir şey olamayan o kadar çok insan kirletti ki şiiri, bu yüzden şiir geri ve arka plana itildi. Çok kötü antolojilerin hazırlanması ve seçkilerin çıkmasının da bunda büyük payı var. Bana göre Cemal Süreyya öldü ve şiirde eleştiri bitti. 
Ülkü Tamer gibi çok önemli bir şair, bu işlere daha iyi soyunmalı, elini taşın altına koymalıdır. Ülkü Tamer büyük bir değer ve ondan çok şey bekliyorum. Yaşayan çok değerli başka şairlerimiz de var. Çok iyi şiir yazan, iyi eleştirmen olacak diye bir şey yok. Mehmet H. Doğan gibi isimlerin açmış olduğu yaralar bir an önce kapatılmalı ki, eleştiri adına kimse kişisel hasediyle şiire yaklaşılmasın. 

N.S.M. Varlık Dergisi’nde Küçük İskender amatör şairlerin şiirlerini yorumlayıp eleştiriyor fikriniz nedir? 

- Küçük İskender elini eteğini çekmeli. O da Mehmet H. Doğan olma yolunda. Küçük İskender, çok sevdiğim bir insan ve şairdir. Ama eleştirmek demek şiire polemik sokmak demek değildir. Küçük İskender, polemiklerle, karşı çıkmalarla kendinden söz ettirmeyi seven bir arkadaşımız. 

N.S.M. Bu şekilde davranan çok yazar olduğunu biliyorum. 

- Evet, çok var. Veysel Çolak diye bir biri var ki şairliği de, şiiri de tartışılır. Öyle insanlar tanıyorum ki, bir tek kitabı yok; ama bence o sözünü ettiğimiz insanlardan çok daha önemli bir şairdir. İşte tıkanmayı burada aramalıyız. Yoksa şiirde bir yere gelmek isteyen, yaşamı şiirle algılamak isteyenlerin önü tıkanmıyor; çünkü onlar gerçek şairlerdir. 

N.S.M. Şiirleriniz zekice. Duyguyu zeka ile harmanlıyorsunuz. 

- Cemal Süreyya derdi ki, "Şiir zeka ile yazılır". Çok doğru bir söylemdi. Duygu denilen kütüğü, zeka denilen bıçak yontar. Bu ironidir. Önemli olan şiirde dize değildir; şair şiirde dize gelmemelidir. 

N.S.M. Dil gelişimi ile ilgili düşünceleriniz nedir? 

- Dil ideolojik bir konudur. Bir ülke bağımsızlığını korumak istiyorsa, kesinlikle diline sahip çıkmalıdır. Türkçe’yi bizden başkası konuşmaz. Dil aslında bağımsızlıkla ilgilidir. Dili geliştirmek için Türk Dil Kurumu kuruldu; o bile önceki yayımladığı kitaptaki yanlışlıkları yenileriyle düzeltirken başka hatalar yapıyor. Dil kirletile kirletile artık, bağımlı bir hale geldi. Böylesi bir kirliliğin olduğu bir ortamda da yeni şairlerin çıkmasında da dil toparlanamıyor. Dil, arınmalıdır, kendi o doğal yapısına kavuşturulmalıdır. 1923 devrimlerinden biri olan Türk Dil Kurumu’nu kapatan da 12 Eylül’dür. 11 Eylül’de bazı sözcükler yasaklanmıştır. TRT’ye gelen yasaklı sözcükler arasında Evren de vardır ve altındaki imza Kenan Evren’dir. İşte nasıl dünyayı, kentleri, kafaları kirlettiyseler, dili de kirletip kendilerine benzettiler. 

N.S.M. İmge yoğunluğuyla yazılan ve ne anlatmak istediği de pek anlaşılmayan kapalı şiirleri gördüğünüzde nasıl bir tepki gösteriyorsunuz? 

- Şiirdeki dilin, sokakta konuşulan dilden bir farkı yoktur. Önemli olan imgedir; o da zeka ile oluşturulur. Şiir kimsenin karalama defteri değildir. Aksi düşünenler şiir yazsınlar ve psikiyatriste okutsunlar. Onların başka bir şeye ihtiyacı vardır. Şiir kimsenin bunalım defteri değildir. Şiir onları sırtından atar. Şiir büyük bir gelenektir. Onun içinde varolup yer almak kolay değildir. 

N.S.M. Nazım Hikmet desem size.. 

- Arkadaşımdı! Çok iyi tanıyorum. Nazım yaşıyor; 3 Haziran 1963’de ölen, o değil. Ondan hala çok şey öğreniyorum. 

N.S.M. Şiir yarışmaları yapılıyor. Bu tür yarışmalar şiirin yaygınlaşması ve teşvikinde katkı sunuyor olabilir mi? 

- Henüz kitabı çıkmamış genç insanlar için, doğru yapılan yarışmalarını yararlı buluyorum. 
Nitelikli şiir yarışmaları için bunu söylüyorum; ama kitapları çıkmış, kendini kabul ettirmiş insanların da sürekli bu yarışmalara katılıp, ödül avcılığı yapmalarını da, dama çıkan kedi yavruları gibi komik buluyorum. Bıraksınlar da genç insanlar katılsın. Ben bu tür yarışmalara katılmıyorum; çünkü genç yeteneklerin önünde bir tıkaç olmaktan başka bir işe yaramam. Yeni bir insanın kitabının basılması, dikkatleri üzerine çekmesi için iyi. 

N.S.M. Bir internet sitesinde "Şair Sunay Akın’a büyük ayıp!" başlıklı bir haber vardı. 

Arkasında yayınevleri olan bazı dağıtım şirketlerinin, kendilerine güvenen insanlara sabotaj yaptığı söyleniyordu. Bu dağıtım şirketleri bazı yayınevlerinin ve yazarların kitaplarını raf altı yapıyor ve sonrada satılmadı diye iade etmeye kalkıyormuş. İşin ilginç yanı ise satmadığı söylenen yazarlara, transfer teklifinde bulunuyorlarmış. Sizin de başınıza böyle bir olay gelmiş. 

- Evet, ama bunlarla hiç ilgilenmiyorum. Kitap fuarları bu işin arenasıdır. Fuarlarda kimlerin günlerce önünde kuyruklar oluşuyor, gelip görsünler. Güneş balçıkla sıvanmaz. Başka bir şey demiyorum. 

N.S.M. Gösteriler düzenliyor, şehirlere gidiyorsunuz; fakat ulaşamadığınız insanlar mutlaka oluyordur. Televizyonda program yapmayı hiç düşünmediniz mi? 

- Televizyonda program yapmam yönünde teklifler geliyor. Şu anda uzak durmayı tercih ediyorum. Kendi Cumhuriyetimi kurdum ve kapım daima herkese açık. Tek kişilik bir orduyum. 

N.S.M. Çalışmalarınızda İstanbul’un tarihini, kültür turizmi açısından öne çıkarıyorsunuz. 

- Pek çok kent gördüm; ama İstanbul dünyanın en güzel kenti. İstanbul, kültür turizminde hiç anılmıyor. Bunun için mekânlar oluşturmalıyız. Kız Kulesi, şiir Cumhuriyeti olsun dedim; ilk aşk şiir tableti orada sergilensin istedim, olmadı. İstiklal’den tramvayı özgür bırakalım istedim; olmadı. Şimdi tek kişilik ordu gibi doğru bildiklerimi yapıyorum. Baktım ki tahammülüm yok, bu yüzden tek kişilik bir ordu olmayı tercih ettim. 

Unutmayın ki her insanın kendisi bir cumhuriyettir.

Hiç yorum yok: