14 Şubat 2015 Cumartesi

Altay Öktem'le Söyleşi /Koridor Kültür 2009

"Kendini şiire vererek, kimsenin elinden tutmadan zirveye doğru düşmenin yolunu, yöntemini bulan" Şair Altay Öktem'le Türk şiirinde ve Altay Öktem şiirinde cinsel devrimi konuştuk. 


Aşk, tutku, cinsellik ve erotizm bütünsel bir kavram olarak düşünüldüğünde, Türk şiirinde cinsel devrimi  yorumlar mısınız? 


Türk şiiri, tüm kültürel olgularda gözlemlediğimiz gibi, kaçınılmaz olarak cinsellik konusunda da zigzaglar çizerek, iniş çıkışlar göstererek gelişmiştir. Her şeyden önce yöneten sınıfın, gelişmemiş (ya da gelişigüzel) aristokrasinin kültürüyle halk kültürünü ayrı ayrı ele almamız, daha sonra İslam etkisine giren kültürel normların, elbette şiir de dahil buna, katı kurallar ve gerçek bir baskıyla şekillenmesini gözden uzak tutmamak zorundayız. Halk edebiyatında olanca açıklığı ve samimiyetiyle ifade edilen aşk, hatta erotik öğeler, Divan edebiyatında sadece biçimsel ve oldukça kuru, samimiyetten uzak kalıplarla ifade edilmiştir. Özellikle 2. Yeni'yle oluşan ve sonrasında da süren "bireyin şiire doğrudan girebilmesi" özelliği, elbette bireyin yaşamını doğrudan belirleyen cinsellik faktörünün de şiirde ihmal edilmemesi gerçeğiyle karşılaştırdı bizi. Elbette genel anlamda karşılaştırmak çok doğru değil belki ama bu özelliğiyle, halk şiirinin aşka, cinselliğe, erotizme yaklaşımındaki doğallık, 2. Yeni'yle birlikte tekrar yaşam buldu. Toptancı bir bakışla dönemleri değerlendirmek hata payını da yükseltir, elbette tek tek isimler ya da şiirler bazında baktığımızda aynı doğallığı, samimiyeti bulduğumuz şair ya da şiirleri örneklemek olası. Ama genel olarak, aradaki uzun süre, şiirdeki erotizm açısından gerileme dönemi olarak adlandırılabilir. Türk şiirinin, bu alanda çok güçlü şiirleri olan birçok isme rağmen, gerçek anlamda bir cinsel devrimi henüz yaşamadığını düşünüyorum. 



Cinselliğin sözlü edebiyata, nazımla girmiş fakat çoğunlukla türkü, destan, manî türünde olan bu ürünler ağızdan ağıza söylenirken değişime uğramışlardır. Kadınlar erdemli, erkekler ise coşkun ifade edilmiştir. Bu dönemi nasıl yorumluyorsunuz? 


İçinde bulunduğumuz kültür şiirimizi de belirliyor kuşkusuz. Doğu kültürünün, özellikle de İslam'ın kadınlara bakışı belli. Kadın da köpek gibi abdesti bozan bir varlık. Bu koşullarda sahte erdem, kadına yapıştırılmış bir yafta olarak tarih boyunca karşımıza çıkıyor. Sahte, çünkü insani değil ve erkekler tarafından dikte ettirilmiş. Erkeğine bağlı olan ve ona koşulsuz hizmet eden bir kadın erdemlidir! Ya erdem kavramını yeniden yorumlamak ya da erdemsizliği savunmak zorunda kalıyoruz bu çarpıklık karşısında. En azından ben bu noktadayım. Erkeğin coşkunluğu ise, yüceltilecek bir değer olarak sunulur. Sunulur, çünkü sunanlar erkektir zaten. Kadını erdemliliğe hapsedenler de yine aynı erkekler! O dönemin, şu anda içinde yaşadığımız dönemle ancak görece farkları var. Elbette daha özgür düşünebiliyoruz, her şeyi boş verip daha uç çıkışlar yapabiliyoruz. Ama genel kültürel normlar çok da değişmiş değil. O yüzden de tek tek ele alınabilecek bireysel çıkışlar olarak kalıyor bunlar. Can Yücel pervasız bir sevişmeyi ve toplumu cinsel imgelerle eleştirmeyi, hatta küfrü kullanabiliyor, Cemal Süreya aşkı cinsellikten ayırmıyor. (Ki en önemli handikaplardan biri de bu ayrım bence, toplumda da şiirde de...) Örnekler çoğaltılabilir ama şunu da gözden uzak tutmamalıyız; türkülerde, manilerde rastladığımız erotik öğeler, 60'lardan sonra tekrar karşımıza çıkmaya başladı. Sorgulanması gereken bu uzun ara dönem... 


Kaldı ki, Halk şiirinde, hatta destanlarda bile (yapısı gereği daha çok kahramanlıkların üstünde durulsa, aşk ve cinsellik geri planda kalsa da) kadını hiç de küçültmeden, günümüzde algılanan hafifmeşrep, evlenilecek kadın / eğlenilecek kadın gibi çarpık bir bakış taşımadan, doğrudan aşk, cinsellikle iç içe verilmiştir. Kul Mehmet "Soyunup giren koynuma / Rahimsiz gelmez aynıma / Siyah zülfünü boynuma / Salan dilberin kuluyum" diyerek seviştiği kadını anlatır ama aynı zamanda kendini onun karşısında kul gibi hisseder. Yoğun bir aşkla bağlı olduğu kadın, seviştiği kadındır. Köroğlu Destanı'nda, Köroğlu'nun oğlu Hasan Bey, âşık olduğu kızın bahçesine girer. Kız da onan aşık olur ve kendini onun kollarına atarken sorar: "Hasan Bey, doğru söyle, beni götürmeye mi, yoksa keyfini erdirmeye mi geldin?" Hasan Bey, "Keyif dediğin bir gün için olur, ben seni mertçesine buradan kaçırmaya gelmişim" diye cevaplar kızı. Bu cevabı verirken kız kollarındadır, ikisi de birbirine âşıktır ve sevişmeye başlamak üzeredirler. Sevişilen kadın, âşık olunan kadından ayrılmamıştır henüz. 



Cinsellik konusundaki anlayışlar toplumdan topluma, çağdan çağa toplumsal gelişime koşut olarak değişmekte ve tarihsel süreç içinde, şiirde cinselliğin gelişimi-değişimiyle ilgili ne düşünüyorsunuz? 


Aslında yukarda kısmen cevap vermiş oldum bu soruya... Toplumun cinselliğe bakışı değiştikçe şiirdeki bakış da değişecek sanıyorum. Elbette sözünü ettiğim, kadının o sahte erdem kalıbından çıkartıldıktan sonra erotik bir öğe olarak kullanılması değil. Kadınla erkek arasındaki cinselliğin özgürce şiire yansıması. Sade'ın (ki sanıldığının aksine gerçek bir etikçidir) "Beyinle vücut arasında ayrım yapmıyorum" demesi, felsefesini özetleyen çok önemli bir söz bence. Çünkü yapılan beyinle vücut (vücuda cinsel organ da dâhildir) arasına keskin bir sınır çizmekten başka bir şey değil. Orhan Veli entarisi sıyrılan kadından tahrik olarak bu sınırı en azından aralamış, Cemal Süreya uzun minareli olduğundan söz etmiş, hatta önü Kapalıçarşı, arkası Mısır Çarşısı diyerek kadının vaginal ve anal bölgelerini akla hayale gelmeyecek kadar güzel bir benzetmeyle, bir kalemde tanımlayıvermiştir. 



80 sonrasına gelirsek, Türk şiirinde cinsel olgu nasıl işlendi? 


80 sonrası "kendine has" özellikleri olan, gerçekten tuhaf bir dönem. Seksen darbesiyle birlikte geçmişle gelecek arasındaki bağ koparıldı. Özellikle "değerler" bazında tam bir kaos başladı ve seksenlerin ortalarında, Özal döneminde kaos ortadan kalktı... Her şey tersine çevrilmiş ve yerli yerine oturtulmuştu. Daha önceleri değer olarak kabul ettiğimiz her şey değersizleşti, değersizlik olarak gördüğümüz her şey de birer değer olarak genel kabul gördü. Elbette yaşanan kaostan da, değerlerin tersine çevrilişinden de şiir nasibini aldı. Bu dönem, şiirin kabuğunu çatlatmaya başladığı dönem olarak da anılabilir, poetik değerlerin hiçe sayılmaya başlandığı dönem olarak da... Yetmişli yılların çok az istisnası olan cinselliksiz aşk anlayışından, cinselliği geç keşfediş dönemine geçiştir aynı zamanda seksenler. Bu alanda adı anılması gereken en önemli isim k. İskender elbette. Cinselliği en kaba haliyle, en sert ve ani biçimde şiire soktu ki, bu şok gerekliydi bence. Daha önce de birkaç yerde belirttim, k. İskender şiiri, bir yanıyla geç keşfedilmiş bir beat şiiriydi ama Türk şiiri açısından çok önemli bir yenilikti. Şiirimize çok daha önce girmiş olmasına rağmen bu özelliği göz ardı edilen İsmail Uyaroğlu şiirini de anmak gerekir burada. Okuru önemsemeksizin, (aynı devrim gibi şiir de halk için bile olsa halka karşı yazılmalı bazen, ki halk için olduğu da su götürür) oluşacak tepkileri düşünmeksizin içimizdeki kışkırtılmış libidoyu açığa çıkartan bir şiire imza attı İsmail Uyaroğlu. Sonra... Çok uç örneklerle karşılaşmasak da, cinsellik daha öncesine oranla şiirde daha belirleyici olmaya başladı 80'li yıllarda, özellikle de sonlarına doğru... ve bu süreç doksanlarla daha da hızlandı... Sol şeritte hızla giden şairlerle, özellikle de sayıları az bile olsa etkilerinin fazla olduğunu sandığım kadın şairlerle 2000'li yıllarda karşılaşmaya başladık asıl. 



Türk şiirinde, cinsellikte geleneksel dokudan söz edebilir miyiz? 


Genel bir tespit olarak, Türk şiirinde cinsellikten ve erotizmden arındırılmış sevginin ve aşkın başat olarak işlendiğini söyleyebiliriz ki geleneğin, özellikle de İslamiyet etkisi altında oluşan geleneğin en önemli etkisi bu olmuştur şiir üzerinde. Çoğu şiirde kadına duyulan aşkı kaldırıp yerine tanrıya duyulan aşkı koyun, şiirin dokusu zedelenmez. Cinselliğin kötü, zararlı bir edim olarak kabul edildiği geleneksel yapıda kadın-erkek ilişkisi de (belki mecburen) tanrısallaştırılmıştır. Can Yücel'in cinsel imgeleri pervasızca kullanmasında, bu geleneksel dokuya duyulan isyanın da payı var. O yüzden, gerçekçi olduğu kadar da poetik bir yaklaşım bu. 



Kent insanı, bütün iç dünyasıyla şiirin konusu haline gelmiştir. İkinci Yeni şairleri, modern insanın yaşamında, aşk duygusundan ziyade cinselliği öne çıkarmışlardır. Bu dönemin modernist anlayışına göre, şiirde cinsel algıyı nasıl yorumluyorsunuz? 


Bu soru, yukarıda yaptığım tespitleri doğrular nitelikte ama cinselliğin öne çıkarılışına karşı bir serzenişi de içeriyor. Ama hayatta cinsellik, dışarıya yansıttığımızdan daha ön planda değil mi hepimiz için. Kutsallaştırdığımız "aşk" kavramı da aslında cinsel içerikli bir kavram değil mi? Geleneksel yapı tam da bu noktada devreye giriyor ve yanılmamız için elindeki bütün kozları kullanıyor. Biraz önce söz ettiğim "tanrı aşkı"nı devreye sokup kavram karmaşası yaratıyor mesela. Tanrıyla olan ilişki asla "aşk" kavramıyla açıklanamaz. Ne alakası var... Her şeyden önce aşkta eşit konumda olmak gerek. Tanrıya saygı duyarsın, korkarsın, taparsın vs. ama âşık olamazsın. Bir diğer yanıltıcı nokta da, patolojik durumların "aşk"la özdeşleştirilerek aşkın cinsellikten uzak, kendilerince "temiz" bir olgu olarak sunulması... Aslı ile Kerim, Ferhat ile Şirin ve diğerleri... Aşkla uzaktan yakından ilgisi olmayan, obsesyonun çok ağır bir şekli olan "kişi obsesyonu" ya da "takıntısı"dır bunlar. Klinik tedavi gerektiren ciddi ruhsal hastalıklar... Genel kanının aksine, aşkın kavuşamamakla ilgisi yok. Kavuşamamak, kişiyi takıntılı haline getirmeyi tetikler yalnızca. Sevişmeden aşk olmaz! Ne yazık ki bu yanıltıcı bakış açıları şiiri de doğrudan etkilemiştir. O yüzden de "aşk duygusundan ziyade cinselliği öne çıkarmak" tespitinize katılmıyorum. Cinsellik zaten aşkın olmazsa olmaz koşuludur, aşk olmadan yaşanan cinselliği kastettinizse eğer, o da insanın doğasında olan, gerekli olan, çok da güzel olan bir şeydir; şiire olduğu gibi girmesinde ne sakınca var? Hatta girmemesi bir çeşit sansürün ya da otosansürün sonucu değil mi? 



Tüm bu süreç içerisinde, toplumsal dönüşümler sizce nelere mâl olmuştur? 


Sadece cinsellikte, erotizmde ya da edebiyatta, şiirde değil, istisnasız her türlü üstyapı ve altyapı kurumunda yaşanan toplumsal dönüşümler ciddi bedeller gerektirmiştir ve öyle olmak zorundadır. Bedeli, en çok da bu dönüşümü sağlamaya çalışan insanlar öder. Ama onların ödediği bedel sayesinde toplumlar gelişir. Kısacası, nelere mal olduğunu sıralamak zor ve gereksiz ama ağır bedeller ödendiğine kuşku yok. 



Günümüz şiirinde işlenen cinsel olguyu nasıl değerlendiriyorsunuz? 


Günümüzde, özellikle de gençlerin yazdığı şiirde çoğu tabuyla birlikte cinselliğin de aşılmaya başladığını gözlemliyorum. Cinsel olgular çok daha rahat, çok daha doğal biçimde girebiliyor şiire. Bu bir gelişme elbette. Bunda, toplumun gittikçe modernleşmesinin payı olduğu kadar genel geleneksel yapının dışında kalan, yukarıda söylediğimiz gibi bunun bedelini de ödemiş olan ayrı bir geleneği oluşturan isimlerin de büyük payı var. Galip Paşa'nın, Neyzen Tevfik'in kendi dönemlerinde verdikleri mücadele düşünülürse, bugün bizlerin işi çok daha kolay, bunu da kabul etmek gerek. Ayrıca Cemal Süreya gibi, İlhan Berk gibi ustalar var önümüzde.



Toplum baskısı karşısında cinsel tercihlerin özgürlük savaşını, şiir kazanabildi mi? 


Elbette kazanamadı çünkü şiirin tek başına böyle bir savaşı kazanması mümkün değil. Şiirin değişimi, dönüşümü, toplumsal süreçlerin değişimiyle koşut ilerler. Gerçi şiirin öncü rolü vardır elbette ama kaç adım önde olabileceği yine toplumsal süreçlerle ilişkilidir. Toplumsal anlayışın bir adım, iki adım önünde olabilir şiir. Hepsi hepsi o. Bakarsınız bir şair çıkar, on adım ilersine sıçrar, o da sadece toplum tarafından değil, şiir iktidarı tarafından da dışlanır. Belki yüz yıl sonra (o da şansı varsa ve bir şekilde yeniden değerlendirilebilirse) anlaşılır, toplumun çok önündeymiş denerek hakkı teslim edilir. Ama çok geçtir! 


Unutmamamız gereken bir şey var; şair de eninde sonunda bir bireydir ve toplumun parçasıdır. Toplumun önünde olması, ancak kendini kanatarak, kendini paralayarak ve sürekli kendi ben'iyle çarpışarak mümkün olur. Zaten o yüzden şairlik "tercih edilmiş" bir acı çekme biçimidir. Şairin duruşu modern ötesi de olsa yaşamı trajiktir, hatta arabesktir. 


Açıkçası cinsel tercihler konusunda, tercihini açık açık lanse eden, inatla savunan ve toplumun önünde dimdik durabilme cesaretini gösteren birçok kişi, birçok oluşum var. Şiirde de cinsel tercih savaşımı veriliyor elbette ama bu bireysel ya da toplumsal savaşımın çok önünde, çok ilersinde değil. Ayrıca, söyleşilerde ya da yazılarımda daha önce birçok kez vurguladığım bir gerçek var; Şiir, özü gereği öncü konumda olması gereken, çok atak, hatta pervasız olmayı bile kaldırabilecek bir alan. Ne yazık ki Türk şiiri, bazı şairlerin bireysel duruşunu göz ardı edersek, genel anlamda tutucu ve statükocu bir şiir. Asıl bu sorun tartışılmalı, şiirin üzerindeki ölü toprağının nedenleri araştırılmalı. Bu yapılırsa, toplum baskısı, cinsellik gibi konuların şiirle bağlantısını incelemek, şirin bu konularda toplumun önünde, hatta toplumun öncüsü olup olmadığı tartışması kendiliğinden gereksiz kalacaktır. 



Cinsellikte şekilcilik, şiiri kıstas içine alır ve bir dayatma söz konusu olur. Bu bağlamda şiirin duruşu ne olur? 


Salt cinsellik olarak almamak lazım. Şekilcilik, başlı başına hem şiiri, hem de şiir dışı tüm yapılanmaları sınırlayan, boğan, özünü yok eden bir şey. Şiirde ise, konu cinsellik ya da başka herhangi bir şey olsun, fark etmez, şekilci yaklaşmak, konuyu şekilci bir anlayışa indirgemek kabul edilemez. Zaten kabul edilmediği de şiir tarihine göz atınca anlaşılıyor. Şekilci bir anlayışa yazılan hiçbir şiir, şiir tarihinde yer edinememiştir. 



Metafizik şiir Turgut Uyar'da hissedilirken, Edip Cansever'de bir dayatma şeklini aldığı öngörülür. Cinsel metafizik şiir için yorumunuz nedir? 


Metafizik Şiir 17. yüzyıl İngiliz şiiri için geçerlidir, özellikle de John Donne şiirini işaret eder. Bu anlamda ne Turgut Uyar'ı ne de Edip Cansever'i Metafizik Şiir'in sınırları içinde değerlendiremeyiz. Eğer kastedilen şiire metafizik olguların yansımasıysa, bu özellik birçok şairde az ya da çok görülebilir ama söylediğim gibi, bu şairleri değerlendirirken doğrudan Metafizik Şiir'den söz etmek doğru olmaz. Şiirdeki metafizik öğeler olarak ele alırsak; evet, Turgut Uyar'da hissedilir bu öğeler ama Edip Cansever'de dayatma halini almaz, sadece yoğunlaşır. Ayrıca Edip Cansever şiirindeki metafizik öğeler kendine özgüdür ve alışılagelen metafizik kavramından oldukça uzaktır. Konuyu cinselliğe bağlarsak, şu yanılgıya düşmemek gerekiyor; aşkın da, cinselliğin de tek bir boyutu yoktur. Mesela bu konuların Cahit Zarifoğlu şiirinde ne kadar metafizik açılımı varsa, Nazım Hikmet şiirinde de bir o kadar materyalist açılımı vardır. Aşk da, erotizm de evrenseldir ve yaşamak için de, yazmak için de her yöntem kullanılabilir. Cinsel metafizik şiir tanımını ise ilk kez duyuyorum ve hiçbir çağrışım yaratmıyor bende. Bu yüzden, sorunun bu kısmına yanıt veremiyorum. 




Cinsellikte normatif açılımlarınız nelerdir ve şiirinize nasıl yansır? 


Cinselliği norm dışı, hatta normlar ötesi olarak değerlendirdiğim için normatif bir açılımdan söz edemiyorum. Cinsellik yaşandığı oranda ve yaşandığı biçimde ele alınabilir sadece. Hem herkesin yaşadığı genel bir şeydir, hem de herkesin yaşadığı cinsellik, bir o kadar da özel ve özneldir. İki kişi arasındaki cinsellik, bir başka iki kişi arasındaki cinsellikle kıyaslanamaz. Hem benzerdir, hem çok farklı. O yüzden de normatif bir yaklaşımdan söz edemeyiz. Cinselliğin şiire yansımasına gelince, bu doğrudan şairle ilgili bir durum. Hiç yansımayabilir, şiirde tamamen belirleyici de olabilir. Benim şiirimde özel bir yeri var cinselliğin ama tamamen cinselliğe dayalı bir şiir yazdığım söylenemez. Erotik şiir, hiç denemez. Cinselliğin hayatımdaki rolü neyse, şiirimdeki rolü de o. Zaten olması gereken de budur sanıyorum. Cinsellikten arındırılmış bir şiir samimi değildir en azından. Kimi tiyatro oyunlarında olduğu gibi; evli bir çift vardır sahnede, yemek yerken, kavga ederken, yürürken, yatarken, kalkarken, yani her halleriyle görürüz onları ama sevişmezler, hatta aynı yatağa girdiklerini bile görmeyiz. Bu ahlaki bir durum değil, aksine bir kandırmaca gibi geliyor bana. Elbette her oyunda sevişmek gerekmiyor ama bir ev hali söz konusuysa ve iki kişi arasında yaşanabilecek her şeye şahit oluyorsak, sevişmemeleri oyunu ahlaki kılmıyor, aksine zedeliyor bence. Eğer söz konusu çift aseksüel değilse (öyleyseler nasıl çift oldukları da tartışılır) kandırıldığımı hissediyorum. Benim yaklaşımım bu kısaca; nasıl politik duruşumu gizlemiyorsam şiirlerimde, sevişen bir insan olduğumu da gizlemiyorum. 



İnsan doğasında saf sevgi mevcut olsaydı, sevgi ve saygıya dayalı, insanı insandan koruma amaçlı bunca ahlâk, etik, kanun ve kurallar olur muydu? 


Aslında tüm bu koruma mekanizmalarının, yani ahlakın, dinin, kanunların insanı insandan korumaktan öte, statükoyu koruma kollama işlevleri var. Bunlar, insanlar arasındaki eşitsizliğin ve rekabetin ortaya çıkmasıyla birlikte ihtiyaç duyulan kavramlar. Issız bir adada iki kişi bile olsak, eğer ben diğer kişi üzerinde bir tahakküm kuruyorsam, elbette tehlike altındayım demektir. O zaman, onun benim tahakkümümü koşulsuz kabul etmesi ve bana zarar vermemesi için bir yaptırım uygulamam gerekir. Ya kafasında bir tanrı kavramı yaratıp ondan korkup bana zarar vermemesini sağlarım, ya da gücümle onu tahakküm altına alırım. Yani amaç güçlünün gücünü sürdürmesi ve iktidarın devamıdır. İnsanın içinde saf sevgi ve saygı olup olmadığından öte, bunlara gerek duyulup duyulmadığıdır önemli olan. Fizyolojik ve psikolojik bir olgu olan sevgi, daha doğrusu bir diğer insana karşılıksız olarak yönelen sevgi, zaten insanın doğasında var. Bunun en güçlü olanı da annenin çocuğuna duyduğu sevgidir. Elbette daha birçok sevgi türü var ve bunların büyük çoğunluğu da karşılıklı sevgidir; aşk dahil. İşin içinde karşılık olduğunda, ister istemez hukuki bir süreç de devreye girer ve ahlâk, etik, kanun, kural dediğimiz olgular devrededir artık. Ama günümüzde, hayatın her alanında bunlara ihtiyaç duymamız, saf sevginin eksikliğinden çok sistemin sevgiye ihtiyaç duymaksızın iktidar mekanizmasını yaşatmak zorunda olmasından kaynaklanıyor. Saygıdan hiç söz etmiyorum; çünkü sevgi gibi insanın doğasında olan bir duygu değil, tamamen sonradan oluşturulmuş yapay bir şey bu. Kısacası saygı diye bir şey yok aslında. 


Cinsellikte etik olgusunu nasıl betimlersiniz? 


Cinsellik, genel anlamda iki kişinin arasında yaşanan çok uçlu bir durumdur ve her cinsel ilişkinin, o iki kişi arasında geliştirilen ayrı bir etiği vardır. Bu da, onların dışında hiç kimseyi ilgilendirmez. Ama geleneklerin, törelerin korunması, her türlü iktidar mekanizmasının aynen sürdürülebilmesi, miras hukuku gibi kapitalist sistemin dayanağı olan kurumların korunması işin içine girince cinsellik iki kişinin arasındaki bir olgu olmaktan çıkıyor, toplumun denetimine giriyor. Herkesin libidosu, hatta cinsel organı bile toplumun denetiminde ve devletin kontrolünde artık. Etik dedikleri de bu! 




Cinsellikte evrensel ve yerel değerler, size göre nelerdir? 


Cinsellik başlı başına evrensel bir konu zaten. Yerel olarak değerlendirebileceğimiz kimi cinsel yaklaşım biçimleri, kimi ritüeller vardır elbette, ama bunlar genel olarak cinsellik kavramının evrensel olduğu gerçeğini değiştirmez. 



Şiirinizde evrensel mi yoksa yerel değerleri mi öncelikli? 


Bu ayrımı yapmayı doğru bulmuyorum. Sanat yapıtının değer ölçüleri çok farklıdır ve çoğu da bizim üretme süreci içindeyken yaptığımız tespitlerin çok daha ötesindedir. Evrensel değerler şiiri yüceltmeyeceği gibi, yerel değerler de şiirin değerini düşürmez. Şiir, şiir olabilmişse eğer, başlı başına bir değerdir artık ve o şiirin özelliklerini değerlendirmek, içerdiği evrensel ya da yerel değerleri tespit etmek okurun ya da eleştirmenin bakış açısına bağlıdır. Kendi adıma, hiçbir şiire evrensellik / yerellik çerçevesinden bakmadım. 



Türk şiirinde cinsel söylemlere dair birçok şairimizi ve elbette sizi örnekleyebiliriz, sizin bu konuda görüşleriniz nelerdir? 


Yalnızca cinsellikte değil, her anlamda özgürlüğü fazlasıyla önemsediğim ve her türlü iktidar mekanizmasına karşı olduğum için şiirlerim de ister istemez bu söylemlerin uzağına düşmüyor. Söyleşi boyunca adını andığımız şairler dışında, şiirleri doğrudan cinsel söylemlere dayanmayan ama şiirde cinselliği öne çıkartan çok güzel dizelere imza atmış o kadar çok şair var ki... Gerçi bu gerçek, Türk şiirinin genelde, cinsellik anlamında mahcup bir şiir olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Benim şiirlerimdeki cinsel söylemler bu anlamda şiirimizin genel çizgisinden ayrılıyor biraz. Ben cinselliği üstü örtülü bir gerçek ya da romantizme sarılı nadide bir eylem gibi görmüyorum açıkçası. Olanca şiddetiyle, yoğunluğuyla yaşanan bir şey bana göre cinsellik. Sert bir duygu ve sert bir eylem. O sertliği, savrulmayı ve kırılmayı kenarlarından budamadan, inceltmeden şiirime soktuğumu sanıyorum. 

Hiç yorum yok: