13 Haziran 2011 Pazartesi

Poe: Kısacık Bir Hayat


1
Kurban

26 Eylül 1849 akşamı Edgar Allan Poe, Doktor John Carter’ın Virginia eyaletinin Richmond şehrindeki muayenehanesine uğradı ve bir süredir devam eden ateşini düşürmek için bir ilaç aldı. Ardından yolun karşısına geçti ve oradaki bir handa akşam yemeğini yedi. Yanlışlıkla Doktor Carter’ın malakka kamışından kılıçlı bastonunu da yana almıştı.

Poe, Baltimore’a giden buharlı gemiye binecekti. Bazı işlerini halletmek için New York’a giderken ilk durağı orası olacaktı. Gemi yaklaşık yirmi beş saat sürecek yolculuğuna ertesi sabah dörtte başlayacaktı. Poe giderken arkadaşlarına neşeli ve ayık görünmüştü. Richmond’dan en fazla iki hafta uzak kalması bekleniyordu. Ama yanına bavulunu almayı unutmuştu. Poe’nun, altı gün sonra bir meyhanede ölmek üzereyken bulunmadan önceki en son görüntüsüydü bu.

8 Haziran 2011 Çarşamba

Apostol, Bu ne Biçim Meyhane


Servet Sami Uysal’ın şair ve romancı Oktay Rıfat’ın eşi Sabiha Hanım’la yaptığı, Rıfat’ın ev halini yansıtan ve ilk kez 30 Eylül 1954 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan röportajı, Timaş Yayınları’ndan çıkan “Eşlerine Göre Ediplerimiz” kitabında yer alıyor.



(…)

Ben de bir sabah fotoğrafçımı da atarak, Kuzgunguncuk’a geçip Oktay Rıfat’ın kalmakta olduğu köşkün kapısını çaldım. “Söz gelişi kapısını” çaldım dedim; çünkü açık olan kapıdan içeri girdik… Biraz ilerleyince, mutfakta bulunan esmer bir hanıma Oktay Rıfat’ı görmek istediğimi söyledim… Mavi bir bluz, siyah etek ve kırmızı sandal giymiş olan esmer hanım, bizi serin bir misafir odasına aldıktan sonra:



“Bir dakika kendisine haber vereyim”, dedi.



Ve biraz sonra içeri, kırk yaşlarında, kumral, sportmen yapılı bir erkek girdi. Gelen Oktay Rıfat’tı… Arzumu öğrenince:



“Sizin işiniz ediplerin eşleriyle, müsaade edin de eşimi çağırayım”, diye dışarı çıktı, eşi ile birlikte döndü… Meğer Oktay Rıfat’ın eşi, biraz önce bizi salona alan esmer hanımmış!...



Tabii önce şundan bundan konuştuk… Söz evlenmelerine gelince Sabiha Hanım:



“Eşimle Ankara’daki Karadeniz yüzme havuzunda tanıştık”, dedi.



Oktay Rıfat, bu sözleri gülerek tasdik ettikten sonra, şunları ekledi:



“Sabiha’yı görür görmez onunla evlenmeye karar verdim ve tanıştığımın ikinci günü kendisine evlenme teklif ettim… Düşünmesi için de kendisine yirmi dört saat müddet verdim. Bu müddet sonunda kabul ettiğini bildirdi… Üç buçuk ay nişanlı kaldık. Sonra 1945 yılında evlendik.



Oktay Rıfat bunları anlatırken içeri giren sevimli oğlu Samih, (Dördüncü sınıfta imiş) dikkatle dinledikten sonra sordu:



“Anne sayım mı?”

“Hayır, röportaj.” (hoş, röportaj da bir çeşit sayımdır ya!...)



Sabiha Hanım, Fransızların “yıldırım aşkı” dedikleri cinsten bir aşkla size bağlanan Oktay Rıfat’a herhalde epey ilham kaynaklığı yapmışsınızdır?

“Evet, mesela Güzelleme isimli şiir kitabını benim için yazmıştır.”



San’atına tesir ettiğiniz hayat arkadaşınızın şahsına da tesir edebildiniz mi? Mesela sizin tesirinizle değişen huyları oldu mu?

“Ufak tefek var. Mesela eskiden çayı sevmezdi, çaya alıştı.”



Değişmesini arzu ettiğiniz halde değişmeyen huyu?

“Rakı, rakıdan kesemedim.”



Eşinizin batıl itikatları var mıdır?

“Hayır.”



Oktay Rıfat gülerek ilave etti:

“Elhamdülillah dindar değilim. Allah’a inanmam. Yani sizin anlayacağınız tanımıyla dinsizim.”



Bu nazik konu üzerinde daha fazla durmamak için hemen sordum:

Sabiha Hanım eşiniz en çok neyi sever?

“Şimdi en çok içkiyi seviyor. Akşam, ufak tepsisinin içinde meze hazırlatıp, iki üç kadeh içmeye bayılır. Sonra dostlar ile oturup sohbet etmekten de çok hoşlanır. Ama sinemayı filan pek sevmez.”



Eşinizin en beğendiğiniz tarafı?

Sabiha Hanımın uzun uzun düşünmesi üzerine Oktay Rıfat:

Galiba beğendiğin bir tarafım yok,” deyince Sabiha Hanım:

“O kadar çok ki hangisini anlatacağımı şaşırdım.” (Bana dönerek) Şairliğini, tabiatını çok beğenirim.”



Çok yakışıklı olan Oktay Rıfat, eşine takıldı:

“Şahsımı beğenmiyor musun?”



Sabiha Hanım:

“Beğenmez olur muyum canım… Ama ilk defa aklıma onlar geldi.”



Ya eşinizin beğenmediğiniz tarafı Sabiha hanım?

“Biraz dağınıktır. Sonra içki merakını da beğenmem.”



Belki de içkiye düşkünlüğü yüzünden, Türk edebiyatında en güzel şiiri bence eşiniz yazmıştır. Sabiha Hanım merakla sordu:

“Hangisi?



“Kadeh” başlığını taşıyano… Bu kadar kısa bir anlatımla güzel, bu kadar canlı tasvir edebiyatımızda ne kadar azdır:



“Burası dalyan kahvesi

Ortalık süt mavisi.

Apostol, bu ne biçim meyhane,

Tabağımda bir bulut,

Kadehimde gökyüzü.”



Bu dört başı mamur şiir, hep Kumkapı ve Yenikapı’daki eski balıkçı meyhanelerini hatırlatıyor bana Sabiha Hanım.



İlk kez dostum Hüsamettin Bozok’tan dinleyip, cep defterime yazdığım; çok hoşuma gittiğinden de hemen ezberleyiverdiğim bu şiirini böylesine sevişim hassas bir insan olan Oktay Rıfat’ı çok duygulandırmış, hatta gözlerini nemlendirmişti… Eşine dönerek:

“Artık,” dedi, Sermet Beyin bu söylediklerinden sonra bir daha içkim hakkında konuşmazsın inşallah!...



Hayat arkadaşınızın elinden başka işler gelir mi Sabiha Hanım?

“Hayli marifetlidir. Evvela iyi marangozdur. Misafir odasındaki masa, koltuk ve sandalyeleri eşim yapmıştır. Sonra birinci derecedeki aşçı kadar mükemmel yemek pişirir. Ama kırk yılda bir mutfağa girer.”

Oktay Rıfat:

“Pek kırk yılda bir değil. Sabiha Hanım:”

“Canım seyrek girersin. (Bana dönerek) Bilhassa mayonezi meşhurdur. Bir iki defa midye pişirdi; bayıldım. Sonra elinden diğer bütün ev işleri gelir. Mesela musluk tamir eder, soba kurar.”



Ütü filan da yapar mı?

Bu suale Oktay Rıfat cevap verdi:

Katiyen, pantolonumu bile ütüleyemem. Ama karım iyi ütü yapar. Sabiha’nın elinden mükemmel dikiş de gelir. Yaz gömleklerimi o diker. Ayrıca mütercimdir de. Sabiha Omay imzasıyla tercümeler yapar… On kadar kitabı da birlikte tercüme ettik.



Avukat olduğunuz için, sizin hukuku bitirdiğinizi biliyoruz… Ya Sabiha Hanımın tahsili?

“Edebiyat Fakültesi Romanoloji mezunu.”



Sabiha Hanım:

“Ha aklıma geldi, sonra eşim güzel resim yapar.”



Sabiha Hanım, Oktay Rıfat’ın başka hususiyetleri?

“Ailesine karşı ihmalkârdır, arkadaşlarıyla daha fazla meşgul olur. Ama şimdi bu evde kaldığımız hem akrabası hem de arkadaşı!.”



Beğendiğiniz san’atkarlar?

“Orhan Veli, Cahit Sıtkı, Oktay Rıfat. Roman ve hikâyede Sait Faik, Orhan Kemal. Resimde Bedri Rahmi, Eren Eyüpoğlu ve Balaban’ı çok beğenirim.”



Ya sizin beğendiğiniz san’atkarlar Oktay Bey?

“Şairlerden Orhan Veli, Cahit Sıtkı, Metin Eloğlu, Nevzat Üstün, Nedret Gürcün, Edip Cansever. Romancı olarak Orhan Kemal. Hikâyecilerden Sait Faik. Resimde Balaban, Bedri Eren, Füreya.



Eskilerden hiç bahsetmiyorsunuz?

“Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar doğru dürüst edebiyat hareketi olduğuna kani değilim. Bu devredekiler, ikinci derecedeki Avrupa şairlerinin ve muharrirlerinin tesiri altında kalmışlardır.”



Ya Divan edebiyatı?

“Kendi sistemi içinde bir varlık. Ama elbette li Orta Çağ edebiyatı.”



Sabiha Hanım, eşiniz takdirkârlarından mektup alır mı?

“Evet, bilhassa genç şairler mektup yazarlar. Şiir yollarlar ve şiire istidatlı olup olmadıklarını sorarlar.”



İlân-ı aşk mektubu filan?

Malûm, eşiniz en yakışıklı şairler arasında.

Oktay Rıfat:

“Onları hiç hanıma gösterir miyim?”



Bol kahkahalarından sonra ilave etti: “Ama artık gelmiyor.”



O halde size vaktiyle en mültefit cümleyi kim söyledi ne idi?

“Delikanlılığım biraz çapkınca geçti… O zaman bir takım hanımlarla düşüp kalktım. Tabii bana birtakım iltifatlarda bulundular… Ama şimdi yaptıkları iltifatları hatırlamıyorum.” (Eşlerinin yanında bekârkenki hayatlarını melek gibi göstermeye çalışan “hızlı çapkın” edebiyatçılarımızın kulakları çınlasın!...)



Hayatınızdan da kısaca söz eder misiniz?

“1914’te Trabzon’da doğdum. Babam Trabzon valisiydi… Ankara Lisesi’ni bitirdim. Hukuk doktorası için Fransa’ya gittim… Harp çıktı; doktora yapamadım… Biraz da gezdik tozduk. Memlekete dönünce bir müddet Maliye’de çalıştım sonra ayrıldım.”



Ya yazı hayatına nasıl başladınız?

“ Çok eski. Orhan Veli ile başladık… “sesimiz” diye daha lisedeyken bir gazete çıkardık… Daha çocukken de hikâyeler yazardım. Fakat neşredilen ilk yazım bir şiirdir: “Çiçekli Entarim”. “Sesimiz”de çıktı… O zamanlar, on altı on yedi yaşında idim.”



Yazı hayatınızda kimlerden teşvik aldınız?

“Teyzezadem Nâzım Hikmet’ten çok teşvik gördüm… Başka teşvik görmedim… Ha bir de Nurullah Ataç, bizi yani Garip şiirlerini önceleri tuttu, methedici yazılar yazdı.”



Ya Garip akımını beğenmediler mi?

Onların sayısı çok fazla… Mütemadiyen alay ettiler, bizim şiirlerimizi solculuğa kaydırmak istediler.



Siz başta olmak üzere, Orhan Veli ve Melih Cevdet gibi “Garip”çiler, iyi Fransızca bildiklerinden, ister istemez az buçuk da olsa Fransız şiirinin ve şiir cereyanlarının tesirinde kaldığınız muhakkak.

“Elbette… Bir aralık sürrealistleri okuyunca, onlar gibi çabuk yazmak istedik. Onlar şiirlerine saat bile koyuyorlar… Orhan Veli’yle bu cereyana kapıldık… Fakat bu hal uzun sürmedi; yeniden çalışmalı şiire döndük.”



En kısa zamanda yazdığınız şiirinizi hatırlıyor musunuz?

“Evet, gece yatağa yattım. O şiiri rüyamda gördüm… hemen kalkıp yazdım… İlhama inanmam. Evet, “Gecenin kapısını hiçbir el kapayamaz” böyle yazıldı.



Sizce san’atın bir gayesi var mıdır?

“Evet, vardır. San’at, içtimai vazifesi olan bir msaidir. Topluluğu ileriye doğru götürme gayretine vazifelidir.”



Kimlerin tesiri altında kaldınız?

“Çok tesir altında kaldım… Bir defa Fransız şairlerin tesiri altında kaldım. Baudelaire ve Rimbaud başta gelir.”



Bu arada Verlaine yok mu?

“Evet, bilhassa Verlaine.”

Ya Prevert?

“ha Prevert de ar tabii… onun gibi süssüz mısralara ehemmiyet verdik… Hatta Orhan, Melih ve ben, üçümüz birlikte alışveriş halinde şiir yazdık… Böylesine Prevert’in tesiri altında kaldık… Ayrıca bizden de Nâzım Hikmet’in.”



Siz tiyatroyla da ilgileniyorsunuz… Tiyatromuz hakkındaki düşünceleriniz?

“yerli bir piyes bilmiyorum… Devlet Tiyatrosu sanatkârlarını beğeniyorum. Bir piyasim vardı, Kadınlar Arasında… Bir paşa ailesinin hayatı. Ancak on beş gün oynandı!... Oyun İçinde Oyun ise, İstanbul’da açık havada oynandı; ama tutmadı. Mizansen tuluatı yaptılar… Orta oyunu gibi oynadılar. Aten piyes, orta oyunu gibi ama mizansen tuluatı yapacakları hiç aklıma gelmedi… Melih Cevdet’le yazdığımız Kıskançlar Ankara’da oynandı… Onun da fazla alaka gördüğünü söyleyemem… Ama yine de kafamda yeni oyunlar var.”



Hayatta yapmamak isteyip de yaptığınız şeyler oldu mu?

“Çok var!... Sigara içmemek isterdim, dayanamadım içtim… Avukat olmak istemezdim, mecburen avukat oldum… Daha böyle bir sürü var.”



Geleceğe ait projeleriniz?

“İstanbul’a gelmek, Çengelköy’e yerleşmek… Yeni şiirler yazmak ve Balzac’ın “Mutlak Peşinde”si başta olmak üzere çeviriler yapmak.



Bu arzularının tez günde gerçekleşmesini dileyerek Oktay Rıfat’a ve eşine veda ettim…



K Dergisi'nden alınmıştır.

4 Mart 2011 Cuma

"Edebiyatta Ölüm ve İntihar" Müslüm Yücel

BAŞLARKEN HİÇ*





Zaman seninle alay ediyor. Var olmak, hiçliğin içine düşmekle aynı anlama geliyor. Bütün dinlerden ayrıldın. Bütün tanrılar sana küskün. Akılsız bir deliden geceleri tanrıya isyan etmenin yollarını soruyorsun. Deli sen konuşunca yüzünü gizliyor. Olanca sesiyle bağırıyor; İsyan boyun eğmektir ve dünya Plaht’ın Sırça Fanus ‘ta söylediği gibidir. Sırça Fanus içinde bir bebek gibi tıkanıp kalan insan için dünyanın kendisi kötü bir düşten başka bir şey değildir ve kendimizi uyandıracak iğnelere de sahip değiliz. Beckett’in kahramanı Hanım geliyor: “Tanrı kalleşin teki! Öyle biri yok.” diyor. Hayatın kıyısında çeşitli renkler var, biliyorsun her şeyi görmenin verdiği acı, yalnızca mutlu görünme formülü…



Kendine karşı korkunç bir ikiyüzlülükle karşı karşıyasın. Daima bir şimdi’yi düşün diyorlar, popüler zevkler edin, yaşayanların kanı yeni bir toplum açısından iyi bir gübredir ve kurukafalardan oluşan piramitlerin üzerinde duran kişi daha uzakları görebilir. Böyle diyorlar. Neyin bittiğini bilmeden, bitti diyoruz. Her şeye hakim olan insan, kendine hakim değil. Kendi yarattığı boşlukta bir kayıp insan…İnsanlık ve dünya ürünü bu kayıpların… Herkes uyanık olmak zorunda, uyku yok. Çünkü kendinden başlayarak, herkes güvensizlik içinde. Sırtımızı dayayıp uyuduğumuz insan bizi tedirgin ediyor. Ağzımız ‘acaba’larla’ dolu, Belki’ler tek yardımcımız. Birinden aldığımız bir şeyi, bir başkasına çok ucuza satabiliyoruz.



Duygular, düşünceler mevcut piyasa içinde sürekli müşteri arıyor. Öysa ki sen gece boyunca bir rüyadan bir rüyaya geçip duruyorsun. Sabah uyandığın zaman sırtın sırılsıklam. Anlamsız bir düzensizlik baktığın her şeye hakim, ruhun artık bildiklerinin kadavrası. Kafa yok, ağız var ve ağzın emrindeki cinsel organlarla bedenin sanayileştiği koca bir yüz yıl var önümüzde. Yaşa. Herkes seni Rudyard Kipling’in kırkayağı gibi hareketsiz görmek istiyor. Kipling’in kırkayağı, hangi ayağıyla hareket etse, adım atsa, nasıl adım atacağını bilmediğinden yerinde kalır. Sense bütün ayaklarını kestin. Sessizce zaman geçiren insanların gençleştiğini biliyorsun. Seni teslim alamayanların, seni nasıl öldürmek istediklerini görünce de gülüp geçtin, ay ve şenlik ateşleri içinde… Baudelaire gibi seslenmek istiyorsun, ama nafile. “Geç kaldın, yıllanmış korkak, ölüm…” Geç, geç ölme şansın bile taahhütlere bağlı, geç… Başkalarının ateşiyle ısınacak kadar üşümek, ölmek demektir. Yaşamak, yani kadim sığıntı, kalplerde yanan ateşleri söndürebilecek bir kasırga yaratmaktan artık acizdir. Bunu bil. Yaşadığın günler, neleri bilmediğinin belgeleridir. Mühürler, ıstampalar ve ihtilal haberleri veren bildiriler birer belgedir. Kitle acımasız bir belgedir, ardından da yürür, önünden de gider ve her fırsatta ezmeye müsaittir.



Ölümüne sahip çık, elinden tut, ölümünü, dirin gibi üç gün beklet, sonra ye. Böyle yaşa, böyle isteniyor. Yırtıcı kuşlar gibi etrafında ölü-diri insanlar… Kör kamunun sana sağladığı bu. Bütün inlerini su bastı. Molloy’un taşıdığı koltuk değnekleri artık ellerinde yok. Çürümek yaşamaktır, diyemezsin. Malone gibi ölüme bedenin karar vereceği günü bekleme şansını da yitirdin. Dizi dibinde sürekli köpek isteyen bir kadın görüyorsun. Yedi basamaklı bir merdivenle ekmek kabına çıkıyorsun. Bir havuzun içinde olduğunu unutmayacaksın, hiçbir zaman ve en sevdiklerinin durmadan su bıraktıklarını… Geceleyin bir yoksulun ağzından, bir şarkı bölecek kalbini, hiçliğin yüzüne vuracak. Cohen’in sesi bu, Suzanne’nin Aynası önündesin. Kendine bak! İsa bir denizciydi diyor, suların önünde yürüdüğünde… Ve ne zaman ki anladı onu, yalnız boğulanların gördüğünü. Buyurdu: Denizci olsun bütün insanlar.



Kaç kez çarmıha gerdiler seni oysa. Kimse İsa demedi sana! Müritlerin mi olmadı yoksa çalılardan gelen sesi (Quo vadis…) duymadın mı? Yoksa bir yılan mı vardı çalılıklarda? Boş ver! Murphy’i çağır. Herkes sevdiğini öldürür. Bu bir tesellidir ve her teselli bir tehdittir, her tehdit bir fırsattır bıçağı kendinde denemek için. Yaşarken hiç olmadıktan sonra, ölünce hiç olmanın ne anlamı var? Murphy geliyor. Geliyor ve kulağına “düşünme” diyor ve çevrendeki insanlar için bedenin söz konusu olduğu dünyada kimsenin özgür olmayacağını söylüyor. Geride bir tek söz kalıyor: Beni bütün deliler dışladı, akıllılar arasında yerim yok!



Murphy ölmeli mi? Birey kalmıştır. Önce iç, sonra dış dünya yok olmuştur. Durup düşünüyorsun. Seni anlıyorum, dedi, başta sevgilin olmak üzere bütün dostların. Oysa ki ‘seni anlıyorum’ demek, ‘seni biraz daha kullanabilir miyim’ demekten başka hiçbir anlama gelmiyor. İtaat’in doğrudan okunuşundan başka nedir ki ‘seni anlıyorum’ demek… İtaat: o kanlı cümle… Yani öl-meye ve öldürmeye hazır olmak, biçimsel disiplinler içine kendini yerleştirmek, ehlileştirmek, frenlerle yürümek, şiddetle gönüllü işbirliğinde bulunmak… Yüzün bu yüzden mi gölgeli? Sanmıyorum. Uykusuzluğun bu yüzden mi? Bir şeyler geri çekiliyor, bir şeyler hiçliğe doğru akıyor. Tanrı buralarda bir yerlerde değil, tanrı yalnızca uyumak zorunda olan insan ve biliyorsun, kimse kimseyle karşılaşmıyor… Her yüz bir çek, bir senet, bir vaat… Biliyorsun. Herkes kendiyle meşgul olduğu için, konuşacak kimse de bulunmuyor. Kimse kimseyle konuşmuyor ve herkes kendi kendini anlatıyor, anlatacak birini bulursa eğer. Paylaşmak yok ve insanların birbiriyle kurduğu ilişkiler mekanik bir koordinasyondan öteye gitmiyor.



Edgar Allan Poe’nun “Üç Kayıp Denizci” hikâyesi bu anlamda belki açıklayıcı olur. Çıkan fırtınada denizcilerden ikisi ölüyor. Üçüncü denizci etrafına bakıyor. Bir fıçı bulup başını sokuyor. Herkes başını sokacak bir fıçı buldukça mutluluk oyununa yatıyor. Karşıdaysa cesetlerinin bile nerede olduğu bilinmeyen iki denizci… Murphy gibi olaysızlığın asal niteliğini iliklerine çekmeyi sürdürürken, denetimlerin ve araların tekerleği bir türlü dönmüyor. Yerinde kaldın. İşte tehlike bu, yerinde kalmak... Yerini kaptırmamak. Yurdunu kaybetmek, yerini kaybetmekten iyidir. Yerinde kalmak, bir yerde olup, inanmadığını her gün tekrarlamaktan daha iyi midir? Hiç olmaktır bu. Katlanmana gerek bile olmadan, hiçliği sevdin. Ah diyorsun, ben gitsem olmaz, niye onlar gitmiyor, burası onların babasının malı mı? Onların gitmesini beklemek ikiyüzlülüğe sadaka vermekten öte neye yaradı? Kiyamet kadar kitap indir, orman büyüklüğünde rahle devir, anlamsızdır. Kalmaksa iyi polis, merhametli bekçi olmaktan öteye gitmeyecektir.



Kal istiyorsan, ‘kal’ der sana Beckett, ancak kalmak dedikodu üretmekten başka neye yarar. Sen bilirsin. Ama beni dinle, köksüz bir ağacın rahmine düşen dalın içindeki kırılma sesi için, dinle… “Görmek için, hayır, görecek bir şey kalmadı, gözlerim kızarana kadar gördüm her şeyi, kötülükten kaçma olanağı da kalmadı, kötülük yapıldı, kötülük yapılmıştı bir gün, kendi yoluna gidecek olan, kendi yoluna gitmelerine izin verdiğim ve beni buraya sürükleyen ayaklarım beni dışarı sürüklediği gün yapılmıştı…” (Bizim oralarda bir adet vardı. Kaybolan hayvan, bulunduğu yerde keskin bir bıçakla kesilirdi ve kanı yeni doğan çocuğun alnına sürülürdü. Ardından da bir türkü yakılırdı. Sivrisinek, karabaşlı kurt oldu/Bir yiğidin sarıldığı ele kalırsa/Ölen gider kalanlara dert olur. Ben kaybolan bir hayvanım ve şimdi beni gördüğün her yerde bakışların su gibi kesiyor.)



Altında yürünecek bütün pankartlar çöpçülerin biraz daha yürümesinden başka bir şey değildir. Aynanın içindeki ceset, gülümseyince Paulus’un Korentiller’e yazdığı mektubu hatırladın: Aynaya bakan insan, tanrının peçesiz yüzünü görür. Bu yüzden uyumak, kitleye uymaktan daha anlamlıdır. Bırak, Oblomov desinler, Malome Ölüyor’un kahramanı için ölme isteğidir. Güzel yaşamak, anlamlı yaşamak artık günümüzde bir lükstür. Yolda yürürken kalçalarının ne kadar büyüdüğünü ya da küçüldüğünü mağazaların vitrinlerine bakarak hesaplamak, biriyle konuşurken sürekli saate bakarak bir diğer randevuyu hesaplamak, günü hangi yalanla kurtarmanın hesabını yapmak daha anlamlıdır çünkü. Yemek yemek ve yediklerini dışkı olarak görmek yaşamaktır. Tuvalette altına bakmak, yediğinin kokusunu çıkartırken hissetmek, fakir çocukların zenginlerden aldığı ilk derstir. Her şey masanın üstündeki bir tabak yemek, bir oturakla özetlenmiştir çünkü. Malone ölmesin de kim ölsün, bok ve yemek yan yana iken… Yok, gerçekten sevgili yok. Bir öyküsü olmayacak bu yüzden sevgilinin, bir öyküsü olmayışının suçlusu aranacak her zaman. Kafayı koparıp, içindekine bakmaksa imkânsızdır artık. Bir kalemi vardır Malone’nin ve kalemin iki ucu açıktır. Kalemin hangi tarafıyla yazarsak yazalım, bu kalem anılar gibidir ve anılar da bu kalem gibi tükenip giderse…



Kurtuluş olmalı… Kendini bir pencere bulup aşağı atmak bir kurtuluştur belki, ama nasıl? Malone bunu başaramaz. En güzel ölüm uykudayken gelendir. Yatakta hareketsiz kalmak ve kendini öylece bırakmak daha anlamlıdır. Çaresizlik bir tokat gibi sürekli yüze iner. Eşkıyalarsa su mataralarını çoktan ağaçlara asmışlar, susayan korucular için. İnsanı çaresiz eden şeyin yüzlerindeki maskeler olduğunu bilir Malone ve insan bu maskeleri yırtıp atamadığı için sürekli mutluluk oyununa yatar. Birbirine sarılmak belki kurtuluştur. Sarılarak insan sıkıntılardan kurtulabilir. Vücudun sınırı, devletler hukuku gibidir. Sınırlar, dar geçitler söz konusudur. Sarılmak umut bağlamaktır. Bir kez daha deneyelim diyebilmektir. Ancak umut bağlamak, umuttan yola çıkarak sarılmak ikiyüzlülüktür, saçma’yı ve şaşma’yı beraberinde getirir. Bu yüzden uyumak ve Malone Ölüyor’un kahramanı Macman’ın yaptığı gibi anlamsızlığı yinelemek, çek ve senetler arasında kalan, ya da inanmadığı halde, inanmış gibi görülen ve bunu hizmet diyen insanların erdemleri arasında sayılabilir.



Sarılmayı dener Macman, olmaz; erkekliğini ikiye katlar ve parmaklarıyla bir yastığa kılıf geçirir gibi sevdiğinin, karısının kadınlığına dokunur. İstek, dışarıdan bakıldığında ya da fotoğraf çekildiğinde korkunç bir mutluluk sahnesi olarak görülebilir; ancak derinin yumuşaklığıyla başkalarından satın alınan düş gücü nihayet hazza ulaştırır iki sevgiliyi! Beckett, “Birbirlerini seviyor olmalılar.” der, ardından, “Köpek gibi,” demekten kendini alıkoyamaz ve hiçbir fotoğraf çerçeveyle sınırlı kalmaz. Bu dünyanın, bu toplumun bir parçası olmadan ve mevcut parçalarını kopararak, kendi sıcaklığımızla buzdan duvarlar arasında yaşayabilecek misin? Çevremizde yırtıcı kuşlar gibi ölümlüler, senin ölülerin… Kendin olmak istiyorsun. Nafile. Kendin olmak ve kendin olarak kalmak hep diken üstünde olmaktır. Herkes birbiri için tehlikeye atılıyor. Ancak özgürlük için herkesin seferber olduğunu düşünürsek, bu aynı zamanda bedeli ve rekabeti de beraberinde getiriyor.



Herkes için, toplum adına savaşmak, aslında kendi hayatını bizim adımıza düzenle anlamına gelir ki, bu kendi adının yüzkarası olmaktır. Toplum, parti ya da kitle diyelim, ne dersen de, bunlar ölenlerin ruhuyla bedenlerimizi örterek, birbirimize karşı işlediğimiz suçları görmemize yarayan araçlardan başka bir şey değillerdir. Bağırsaklarında kömürleşmiş ekmek bulunan Çamur Adam’ın boynunda yalnızca ip izleri vardı. Onu göle gömmüşlerdi. Üzerinde bir tek sinek iskeletine dahi rastlanmadı. Böyle bir gerçek karşısında, tarihçilerin geçmişi bir tarla sanıp, istediklerini ekip biçmelerini neyle açıklayabiliriz?



Soru sormaktan korkma! Bu sorgulamak değildir. Politikacılar hep boş alanlara, boş olduğu için, boş yere demir atmak isterler. Sıradan insanlar ile sıradan ölçüler arasında hiçbir zaman bir denge kurulmamıştır. Tarih Meleği yüzünü geçmişe dönerek kaçmak üzeredir. Birey olmadıktan sonra toplum bir insan fabrikasıdır ve burada bol bol ‘biz’ üretilip, ‘hepimiz’ içinde birer birer öldürülürüz. Kurtuluş yok mu?



Peki, ya Watt? Watt toplumla ilişkisini ne pahasına olursa olsun sürdürmek ister. Tıpkı bizim şimdi yaptığımız gibi Watt da toplumsal alanda kendini var etmenin savaşını verir. Oysa bir toplumla bağlarını sürdürmek, kendine olan bütün bağlarını askıya almakla eş anlamlıdır. Watt ilişki kurdukça, ilişkilerini geliştirdikçe sıradanlaşır. Önceleri şefkatli kollarını açan toplum yavaş yavaş Watt’ı itip kalkar. Watt soytarıdır artık ve kendisini dinleyecek hiç kimse de yoktur. Konuştuğu kimseler de Watt’ı öyle bir hale getirirler ki, artık Watt sözcükleri bile tersinden okumaya başlar. Sonuçta gittiği yer akıl hastanesidir. Burada herkes kendi kendini duyar. Burada herkesin kendisine göre bir alfabesi vardır. Buraya herkes ‘birileri’ kendilerini akıllı sansınlar diye atılmışlardır. Toplum yok olmuştur ve insan yalnızdır. İnsan zihni kafasından çıkan sesten ibarettir. Kollarını ve bacaklarını yitirmiş, yalnızca gövdesiyle yaşayan göçebe serseri Mahood insanlığı çağrıştırır. Su dolu bir kavanoz içinde yaşamaktadır ve bu kavanoz bazen ana rahmi, bazen de cesedidir. Gerçek budur. Bir suçlu aranır. Belki de bulunur. Bulunmazsa herkes sevdiğini öldürerek savaştan haklı çıkar. O da olmazsa bir aforizma… lec’in; “Bana kiminle yattığını söyle, kimi düşlediğini söyleyeyim.” şeklindeki aforizması…



Ama hiç kimse genç kızın, yaşlı adamın yanında uyanırken, bu babam mı diye kendine sormasını duyamayacak mı? Ben duyduğum zaman da yaşlanmış bir çocuk olacağım kuşkusuz. Peki, doğduğumuz zaman niçin ağlarız? Bunu da Beckett cevaplar; Ağlarız bu soytarılar sahnesine çıktığımız için. Peki, ya sevgili? Sevgiliyi beklemek, Godot’yu beklemek gibidir. Hayalet Üçlüsü’nde Beckett yaşlıların gözleriyle bakar dünyaya. Yaşlı adam sevgilisini beklemektedir. Yaşlı adam kadını görmek istercesine pencereye koşar, kapıya koşar. Kimse yoktur. Derken kapı çalınır ve küçük bir çocuk görülür. Çocuk başını sallayıp gider. Ama yine de sevgisiz dünyada ve toplumda gelmeyeceğini bile bile bir sevgiliyi beklek herhalde güzeldir. Önemli olansa gülüş ve gözyaşıdır. Vladimir ve Estragon’nun sevgisiz dünya içinde, sevgiyle bir arada olmaları ve tekrar denemeleri, tekrar yenilmeleri ve tekrar daha iyi yenilmeleri sevgisiz dünya ve toplum içinde güzeldi…



Sonuç. Son var mıdır? Ve kim bu son, diyerek kendinden kurtulur? Son için bir kurban gereklidir her zaman Sen mi boynunu bıçağa uzattın, yoksa eli bıçaklı bir adam mı boynuna uzandı? Mum ve havuz imgeleri içinde başlayan kurban yangınla son bulur. Tarkovski Kurban filmini hazırlarken sürgündü. Kendi topraklarına dönme şansı yoktu. Bir arkadaşı ona büyükçe bir dünya haritası getirdi. Alexandre’ın doğum günüydü. Tarkovski, her gün bu haritaya bakarak, Avrupa’da kendine bir yer aradı uzun zaman. Oysa gittiği ve gitmek istediği her yer SSCB’ydi. Bunu fark ettiğinde kustu. Kimse bu kusmanın ne olduğunu anlamadı. Belki, birazdan Avrupalı biri gelip sevgilisini de alacaktı. “Düşünce: Kara. El. Yatkın. Zehir. Gerektiği gibi. Zaman: Uygun. Tam mevsimi: gören yok. Ey tabancalı adam! Bitir işini” diyecek kıvamdaydı; ancak Oğuz Atay gibi bir arkadaşı yoktu. Babalar ve Oğulları’ı yeniden okudu. Elini yüzünü yıkadı. Aynaya baktı. Bazarov’u gördü. Baba, deyip durdu. Kafka’ya şöyle bir göz gezdirdi. Kafka’nın “Babaya Mektup”unu okudu bu sefer. Niçin oğla mektup olmasın, dedi belki. Bir çember çizdi. Bir Yezidi ayini gibi. Kötülük ve iyilik bu çember içinde olup bitecek. Yangın her şeyi bitirir. Yangın bir ayin. ‘Önce söz vardı’ diye ilk kez konuşan çocuk, filmin sonunda, ‘Neden baba’ diye soruyor. Çocuk mu vasiyet, baba mı? İbrahim’in kararına evet diyen İshak-İsmail mi? Peki, ya kül? Kül yanlış bir mesel!...



“Bir çember çiziyor film: Başladığı yer, aynı zamanda bittiği yer. Çemberin üzerinde yol alırken, kapsadığı dairedeyiz. O değirmi (???) alan dünyanın tıpkı basımı. Oyunlar, şüpheler, rastlantı ve elden sıvışıp gitmiş sevdalar, namluya sürülmüş mermi ve kaçmalar ve her şeyin dibinde; Yangın. Kıyamet. Deli gömleğiyle bitiyor film. Yeryüzünde olup bitenlerin bedelini ödemeyi üstlenen yok mudur?



Agora Kitaplığı