6 Kasım 2015 Cuma

Geçerken konuşulanlar. Ahmet Oktay: Gençken “Bize de birazcık iktidar olsun” diye bağırdık




Söyleşi: Enis Akın (2005)
Fotoğraf: Elif Kahveci (2014)

Hoş geldiniz. Burada, Çinili Kafe’de üç yıldan beri yaptığımız sohbetlerimizin sonuncusunu bugün Ahmet Oktay’la yapacağız. Hepiniz tanıyorsunuz zaten. Ahmet Abiyi tanıtmaya ne kadar gerek var, ben bunu ne kadar becerebilirim bilmiyorum, ama “yaklaşık bir yarım yüzyıldır edebiyatın içinde” diyebilir miyim Ahmet Bey?
Evet, geçti.

Biraz geçti. Elliden fazla kitabı var. Başından başlamak belki en iyisi gibi geliyor bana. Ben bugünle karşılaştırınca 1950’lerde çok yaratıcı, çok daha üretken, çok daha canlı bir edebiyat ortamı vardı. Nasıldı?
Tabii. O gözlem doğru bir gözlem. Şu nedenle doğru; 1950 Türkiye’de her anlamda dönüm noktası, siyasal anlamda. 27 yıllık bir tek parti iktidarı seçim yoluyla, darbelerle ya da muhtıralarla değil, seçim yoluyla ülkede düşürülüyor. Yeni bir iktidar geliyor, kültürel düzlemde 1950’ye kadar ülkenin kültürel ortamı 2. Dünya Savaşı’nın zorlu koşulları dolayısıyla da kısıtlı bir ortam. Dünyayla bilgi alışverişi yok. İster istemez savaşın getirdiği bir tecrit edilmişlik durumu var. Bu, kültürel birtakım temas noktalarının kurulmasına, daha önce kurulması gereken bazı temas noktalarının kurulmasına engel oldu. Şimdi 50’ye gelindiğinde bu çemberler birer birer kırılmaya başladı. O tarihte Türkiye’de bulunmayan dergilere açtık. Magazineldi bu dergilerin çoğu, ama eninde sonunda bir kültürel alışverişti. Bir girdi yaptı bunlar Türkiye’ye. Popüler kültürün Türkiye’ye girişi. Onun dışında ekonomik düzeyde de Türkiye’de belirli koşullar değişti. Yani kapalı bir kır ekonomisinden daha gelişkin bir kent ekonomisine doğru, yani tarım sektöründen sanayi sektörüne doğru açılımın ilk belirtileri o yıllarda görülüyor. Bunlar ister istemez bir topluma canlılık veriyor. Şimdi 1950’lere kadar Türkiye’de çıkmış dergilerin toplamını alsan, 1980’de çıkan dergilerin toplamı etmez. O kadar sınırlı bir hayatımız var ve kültürel kavgalar gibi siyasal kavgalar da bu yüzden sınırlı. 1930’lar ile 1950’ler arasının edebi kavgalarını ve edebi dergilerini hatırlayalım. Bunların arasında hemen hemen hiçbir ihtilaf yokmuş gibi gözükür. Necip Fazıl’ın Ağaç dergisi 1936’da çıkmıştır. Yanılmıyorsam 36 sayı çıktı. O dergide herkes var. Yani Necip Fazıl’ın çizgisi, dergisinin çizgisi bellidir ama bütün Türk edebiyatçıları oradadır. Daha başka dergilere bakalım, Büyük Doğu’ya bakalım. Büyük Doğu’da Sait Faik’ten, son yıllarına doğru geldiğimizde Osman Mazlum adıyla Cemal Süreya’ya kadar görmek mümkündür. Yani kültür sanki bir ihtilaf yokmuş gibi yapılmış o tarihlerde. Herkes birbirinin yakını, dostu ve o çerçevede yürümüş bu ilişkiler, ama 40’lardan sonra yani asıl 50’ye doğru giderken kamplar yavaş yavaş belirginleşmeye başlamış. Özellikle 50’den sonra Türkiye’nin kendi konumunu, devlet olarak konumunu Amerika’dan yana koyması, Amerika’nın o zamanlar “hür dünya” diye tabir edilen dünyanın içinde yer alma arzusunu göstermesi ve öyle bir tavır koyması Türkiye’de kamplaşmaları daha hızlandırdı tabii. Bunlar hepinizin bildiği olgular. İdeolojik boyutlar 50’yle gelen özgürleşme sayesinde ideolojik boyutlar daha çoğaldı. Kendi sınırlarına çekilmeye ve o sınırlar içinden ve kendi jargonlarıyla konuşmaya başladılar. O tarihe kadar Türkiye’nin ne edebi söyleminde ne siyasi söyleminde belirgin bir sol jargonu vardı.

Teori de yok bildiğim kadarıyla, temel eserler çevrilmemiş.
Yok tabii, sınırlı bir kültürel hayatın var. Cumhuriyet dönemi aydınları, özellikle CHP kanadından beslenmiş olan ve hâlâ bir tür gizli o kanada sahip birtakım aydınlarımızın en çok hayran olduğu “Klasikler Dizisi”dir. Hepsi birbirinden rezalet çevirilerle yapılmış bir faaliyettir. Ama işte o zamana kadar Bergson’u görmemiş duymamış adam, Celan’ı bilmiyor, Montaigne yok. Bunları görünce bu bir tür açlık duygusu giderilmiş gibi oldu. Yoksa o klasikler faaliyetinin aydınlatıcı özelliği yeterince ortaya çıkarılmış değildir. Neyi aydınlattı, neyi aydınlatamadı? Bu kesinlikle saptanabilmiş değil ama bir romantik söylem var ortalıkta. Klasikler dizisi bende de hâlâ bir yığın olarak duruyor kitaplığımda. Bir şeyi karşıladığı açık ama bunu ne bağlamda ve hangi dozda bir kültür hamlesi olarak almamız gerekiyor, belli değil. Orada bir yığın kitap çevrilirken dünyanın en büyük yapıtlarının hiçbirine değinilmiyor. Ne Marx var ne Hegel. Spinoza yok, sadece o dizide Hilmi Ziya’nın Spinoza çevirisini basmışlardır, ama yani o tarihlerde dünyanın büyük, yol açıcı, ufuk belirleyici yapıtlarının hemen hemen hiçbiri o tarihlerde çevrilmedi. Bunlar tabii tartışma ortamının gelişmesine engel oluyor. Yeni bir fikir gelmiyor. Çetin Altan söylüyordu bir gazetede röportajında, “düşünmek düşünme nüvesinin üzerinde tartışmaktır” diyor. Onu tartıştığın zaman, düşünce faaliyeti olur, yani bir tartışma ortamı gelir. Doğru diye bir şey getiriliyor, vaaz ediliyor ve toplum bunu olduğu gibi alıyor. O zaman da kültür hayatında bir gelişme olmuyor.

“Tercüme Bürosu” var zannediyorum.
Evet, Klasikler girişiminin öncesinde; o da tabii özellikle Atatürk’ten sonra. Atatürk döneminde böyle girişimler yoktu. Atatürk döneminde tam tersine Türkçülük tezlerinin geliştirilmeye başlaması vardı: Yeni dil çabaları, Türk Tarih Kongresi, Türkiye’ye bir kök arama hadisesi. Ama asıl Atatürk’ün ölümünden sonra Türk kültür değişimi diye bir şey başlamıştır. Bu da tamamen Batı’ya entegre olmayı öngören bir politikadır. Ve liselere Latince derslerinin konması o çerçeve içindedir. Türkiye çok acayip dönemlerden geçmiş, şimdi bakıyoruz da zaman zaman tabii herkeste iyi olmuyor Türkiye’de dinin yasaklanmasını istemişlerdir bir ara: Ağaoğlu Ahmet.

Divan edebiyatının yasaklanıp yasaklanmaması tartışması da var.
Tabii, bir yığın sığ saçmalık. “Türk müziğini yasaklayalım” diyorlardı örneğin Atatürk döneminde, ama asıl Batılılaşma dediğimiz olay CHP’nin bir programıdır. Orada bu programla maddeleştirilmiştir. Ve bu arada Tercüme Bürosu da klasikler dizisi başlamadan önce bir klasik tercüme bürosu kuruluyor. Yani bu eskinin tercüme odasının bir benzeri. Cumhuriyet dönemindeki versiyonudur. Nasıl ki 1800’lerde Tercümeler Odasını Osmanlı da kurmuştur, bir Batılılaşmanın ilk temelleri atılıyor, buradaki tercüme bürosu da aynı işlevi görüyor. Sonra arkasından klasikler dizisi geliyor. Böyle böyle açılıyor.

Ondan önce bir tek dil bilenler okuyabiliyorlar bu kaynakları, ama zannediyorum tercihleri biraz fazla kişisel oluyor. Mesela Yahya Kemal’in etkilendiği ozanlar arasında o dönemin Fransız şiirinin en iyileri değil de arkaplanda kalan şairleri vardır ve böyle bir alışkanlık olarak gitmiş. 1950’lere kadar mesela Baudlaire değil de daha arka planda kalan şairler okunmuş.
Türk aydınlarının nasıl açıklanması gerekiyor onu da tam bilemiyorum, Türk aydınlarının bir garipliği bu. Gidiyorlar, görmüyorlar oradaki adamları.

1950’lerde bu değişiyor ama?
Orada da ihtiyatlı konuşmak lazım; Sami Paşazade Sezai Avrupa’ya gidiyor, arka masasında Karl Marx’la Lenin oturuyor, “hiç bizi ilgilendirmiyor” diyor bu adam. Tevfik Fikret Baudlaire’i bulamıyor Fransız şiirinin içinde; gidiyor, Fransua Copet’yi keşfediyor, büyük şair diye Copet’yi örnek veriyor. Açıklanması gerçekten zor, demek ki iyi Fransızca biliyorlar ama o dünyanın kültürüyle gerçekten içerden bir bağlantı kuramamışlar. Onlar oradan seyretmişler bir şeyi, ama neyi seyrettiklerinin de pek farkında değillermiş. Baudlaire orada bütün bir Avrupa şiirini, Dünya şiirini değiştiriyor. İnanılmaz yazıları var o tarihte, onları yazmak müthiş bir hüner, örneğin resim üzerine oturuyor bugün ancak yazılabilir yazıları yazıyor. Kahramanın ölümü meselesinden ilk bahseden adam Baudlaire. “Kahraman bitti” diyor. Yani Helenistik çağa özgü, Yunan çağına özgü kahraman bitti, öldü, diyor. Kahramanları bundan sonra gazetelerde okuyacağız diyor. “Meyhanelerde, pastanelerde, sokaklarda yetişecek kahraman” diyor; “eski tip kahraman, heroik olan” bitti diyor. 1800’lerde bu lafları söylemek müthiş bir ufka sahip olmayı gerektiriyor. Bizim sanatçılarımızın ne yazık ki o çapta bir ufka sahip olduklarını öne sürmek bana çok mümkün gözükmüyor. Belki de biraz genişletirsek, Tanpınar’ın ilk romancılarımız için söylediğini desteklemek lazım. Ne diyordu Tanpınar? “Bizim 19. yy romancılarımız ne yazık ki bir romancı muhayyilesiyle doğmamışlar.” Bunları göremiyoruz. Görebilseydik belki daha çabuk birtakım şeylerin farkına varacaktık.
Şimdi 1950’ye kadar Türkiye’de doğru dürüst bir solun varlığından bahsetmek mümkün değil. Tabii 1800’lerden beri Türkiye’de bir sol vardı. Türkiye’de ilk grev 1800’lü yıllarda yapılmış, ama Türkiye’de ilk grev romanının yazılması için 1930’ları beklemek lazım. O da Mahmut Yesari’nin Çulluk adlı çok kırık dökük bir romanıdır. Mahmut Yesari’yi burada kaç kişi biliyor, ondan bile kuşkuluyum şimdi. Türkiye’de sol dediğimiz şey çok afaki ve şifahi gitmiştir; kitaptan değil, birbirinden öğrenilmiştir uzun yıllar. Bunun ortaya koyduğu birtakım engellemeler var, gelişemiyor. Siyasi anlamda dizginlendiğin zaman şiirsel alanda da dizginleniyorsun. Bir tek Pavlus var. Niyazi Berkes dışında kimse görmemiş.
O zaman bugünkü gibi bakılmıyor meseleye. Nâzım başlarda yalnızca şiiri düşünmüyor, o zaman resmen propaganda yapıyor. Nâzım 1950’lerde “O Duvar” diye bir şiir yazar mıydı? Yazmazdı, yazmadı da zaten. Şimdi bunların hepsinin birbiriyle etkileşimi var. Politika şiiri de götürüyor, çünkü sadece şiirsel söylem bağlamında değil, siyasi düzlemde karşı çıkıyor o düzene. Türkiye’de böyle içeri atarak öldürerek, var olan fikirlerin yok edilebileceği yolunda bir inanç oluşmuş, niyeyse bilmiyorum. Tabii Osmanlı’dan devralındığını söylemek mümkün mü? Değil. Çünkü Osmanlı öldürmüyor, Magosa’ya gönderiyor, orada padişahtan ulufe gelmeye devam ediyor, Namık Kemal şahane yaşıyor, mektuplarında yazıyor. Cumhuriyetteyse uzun süre bu imha politikası sürüp gidiyor ve hiçbir zaman kendi halinde kalamamış, hep savunma refleksi içinde sol. Kendi haline kalamamış, düşünememiş, geçmişine bakamamış. Hep savunuyor. Aman beni öldürmesinler, bu badireden nasıl kurtulurum? Bu duygu içinde yaşandı Türkiye’de, her taraf polis dolu. Benim gençliğim polis korkusuyla geçti. Sağa bakma “polistir o”, ötekine bakma “o da polistir”. Berikine “merhaba” deme. Böyle bir duygusal atmosfer içinde fikir üretmenin olanağı yok ki. O zaman da belirli bir çerçeve içinde kalıyor. Şiir ilerlemiyor, niye ilerlemiyor? Nâzımdan sonra ilerlemedi Türk şiiri. Açıkça konuşalım, A. Kadir’le, Ömer Faruk’la vb. Türk şiiri ilerlememiştir. Troçkistliği ortaya çıktığı zaman Nâzım’ın, şair diye karşısına çıkarttıkları Hasan İzzettin. Hasan İzzettin’le Nâzım’ı şiirsel potansiyel olarak da, düşünsel potansiyel olarak da aklı başında bir adam yan yana koyabilir mi?
Millete şair bulmak zorunda da değilsin. Nâzım’la idare et, şair çıkmıyorsa eğer. İlhami Bekir olmuyor. Ne yazık ki olmamış. 60’a gelince tabii şiirsel bir patlama oluyor, neden? Çünkü iki taraflı birden oluyor, hem alt yapıda oluyor, hem üst yapıda öyle bir gerilim noktasına geliyor ki toplum, artık onu dizginlemenin olanağı yok. Orada bir şey patlıyor. Sol da rahatlıyor o zaman, birkaç kanaldan gidiyor. Şiirde bir canlanma oluyor. Bir de müdavele-i efkâr dediğimiz hikâye ortaya çıkıyor 50’den sonra. Konuşabiliyorsun adamlarla.

1950’lerde Attilâ İlhan’ın temsil ettiği bir şiirsel çizgiyle, Turgut Uyar ve Hüseyin Cöntürk’ün temsil ettiği şiirsel çizgi arasında bayağı büyük bir çatışma var. Benim gördüğüm bildiğim kadarıyla Ahmet Oktay iki yanda da görünüyor, ikisinde de var. Attilâ İlhan’la da Mavi Dergisi dolayısıyla bir birlikteliği var. Dönem Dergisi veya Turgut Uyar’la kişisel ilişkileri de sürüyor. Bu çatışmada Ahmet Oktay nerde duruyor? Öncesinde belki çatışmaya da çok kısa değinelim.
Attilâ’yı bir anlamda Türkiye’deki bu sürecin içine sokan benim. Biz, Mavi Dergisi’ni çıkarıyoruz. O arada da Attilâ’nın romanı çıktı, Sokaktaki Adam. İşte bu ilk, Türkiye’de gerçekten o bağlamda ilktir. Kabul etmek lazım. Sinemanın bazı yöntemlerinden parçalı fragman çalışması bile yapar; onları ilk romana uygulamak yolunda verilmiş bir çabadır. O roman üzerine ben Mavi Dergisi’nde “Bu böyle sosyal realist falan değildir, bal gibi bireyci bir romandır. Dolayısıyla Attilâ İlhan’ın kendi teorik ve politik tezleriyle çatışmaktadır bu roman” diye bir yazı yazdım. Bunun üzerine Attilâ hemen bir yazı yazdı Mavi’de. Attilâ bu işlerde acundur biraz. Hemen öne atılır. Sonra ben o arada bir vesile ile İstanbul’a geldim ve Attilâ’nın evine gittim. Şişli’de bir apartmanın bodrum katında oturuyor, Çolpan’la beraber. Çolpan da o aralar akademinin afeti. Millet peşinde, herkes Çolpan’a âşık. Orada işte Attilâ’yla konuştuk, ben ne olduğumu, ne demek istediğimi ona anlattım, o da bana anlattı. “Bu dergiyi biraz daha sola kaydırabilir miyiz” diye… Şunu da söyleyeyim antiparantez: Attilâ hiçbir zaman komünist olmadı. Bu özellikle önemlidir. Attilâ komünist değildir, sosyal demokrasiye daha yakın duran bir tür sosyalizm. Sonradan Sultangaliyev’i de buldu, Paris’te. O çizgi o günkü Mavi’den daha iyi bir çizgi olacak, ne olursa olsun. “Buraya çekebilir miyiz dergiyi” diye. “Tamam” dedi “ben yazarım”. Ben Ankara’ya döndüm, Ankara’da arkadaşlarla konuştum ve Attilâ’nın Mavi Dergisi’nde yazmasına vesile oldum.

Ne anlama geliyor “dergiyi oraya çekmek”? Mesela ne konuşuyorsunuz, bunlarla derginin yazarlarına ne diyorsunuz?
Mesela o tarihte Ahmet Şevket Bohça hiçbirimizin bilmediği bir şairdi. Aruzla yazar, heceyle yazar, tuhaf divan edebiyatı, hece edebiyatı aktarmaları şiirler yazan adamlardan aruza kadar her kişi şiir yazabilen insanlar. “Bir çizgisi olsun” dedik bu derginin, bir şeyi savunsun yani, neyi savunsun? Burada halkın yoksulluğu var, siyasal baskılar var. 54’ten 55’ten beri yavaş yavaş tabii Demokrat Parti de eski durumunu koruyamıyor. Çünkü iktisadi vaziyet onu da birtakım başka türden tedbirler almaya itiyor, eski popüler bir iktisat anlayışını yürütemeyeceği ortaya çıkıyordu. Halkın yoksulluğunu, meşakkatini, biraz daha kentli olmasına çalışmak gereğini düşündük. Tabii bu “köy ve kent sorunu”na da bir gelmek lâzım. Biz kentliyiz, kent çocuklarıyız hepimiz. O zamana kadar içimizde köyü gören üç kişi ya var ya yok. Bendim bir ilk gören, bir de Turgut’tu. Turgut askerliği dolayısıyla gitmişti. Ben gazeteciliğim dolayısıyla o ara bir Doğu gezisi yaptım. O zaman da yine bu Barzani hikâyeleri vardı ortalıkta. Babası dolanıyordu. Ona baktım, Barzani’ye röportaja gideceğiz diye, biz iki gazeteci arkadaşımızla o tarafa doğru gittik gittik, köyü bilmiyoruz. Hayatı nedir, ne yer ne içer bu adamlar, nasıl konuşur, yani meşkten bahsederken hangi sözcüğü seçer, aşktan bahsederken hangi sözcüğü seçer, hiçbir şey bilmiyoruz. Ama böyle köy diye hayali bir şeyler yazıyoruz. Kentliyiz hepimiz, burada yaşıyoruz. Odunumuz oradan bir yerden geliyor ama bilmiyoruz. Türkiye’nin her tarafında “bunları yaşayan insanlar ne olacak” diye bir kaygı var. “Tamam” dedi yani “buradan tasfiye edelim birtakım insanları, artık bunlar burada yazmasınlar, biz daha başka bir şey kuralım”. “Bir ekip kuralım, daha genç arkadaşlarımız buraya gelsin” diye. İşte öyle oldu. Ferit Edgü başladı yazmaya, Demir Özlü, Hilmi Yavuz. O ekip de bir tür Rus salatasıydı, içinde her türlü malzemenin olduğu. O dönemin de genç insanları, üreten insanları başladılar. Tabii bir mesafeyi onlarla beraber gitmek zorundasın. Derginin idare yeri Özdemir Nutku’nun eviydi, orda çıkarırdık. Zaten çok uzun olmadı bu “aktif komünistlik” meselesi, bir şaibe olarak derginin üstünde kaldı. O zamanın hem siyasi hem edebi anlamda açıkça sağda yer alan Hisar gibi dergilerden tepkiler geldi. Bunlar hemen espiyonaja başladılar. Biz de hepimiz bürokrat çocuğuyuz. Birimizin babası müsteşar, ötekinin banka genel müdürü filan. O konumda ailelerden geliyoruz. Büyüttüler. Aileler de büyüttü, bizim arkadaşlarımız da büyüttü. “Yarın öbür gün başımız belaya girer mi?” 51 tevkifatı geldi o ara bir anda. Bunlar ürküttü ve bir açıklama yayımladık biz: “Attilâ İlhan’ın yazıları bizi bağlamaz” diye. (Gülüşmeler) Ne demekse? Orada basıyorsan yazıyı, nasıl bağlamaz? Onu da anlamıyorum. Hâlâ kullanılmakta olan bir yöntemdir bu. Basıyorsan bağlar. Dergi kapandı. Zaten para da yetmiyordu, zar zor harçlıkla çıkarılıyor. Ben tabii en baştan beri İkinci Yeni’den yana değildim, hiçbir zaman açık bir destek vermedim İkinci Yeni’ye. Pazar Postası’nın anketlerine bakılırsa görülür. Yani özellikle “anlamsız bir şiir”e karşı her zaman negatif bir tavır koydum. Şiirin bir anlamı vardır. En sonunda bu iş semantik bir olgudur.

Anlamsızlık vurgusunu ortaya atan zaten Muzaffer Erdost, diğerleri pek savunmuyor. Bir İlhan Berk var o kadar.
İlhan savunuyor. Edip de karşıydı. Edip de Turgut da zaten daha sonraki yıllarda kendilerini saf kan İkinci Yeni şairleri olarak saymadılar. Türkiye değişme ihtiyacında, her yönden değişme ihtiyacında. Atonal müzik o sayede başlıyor, herkes alışmış Lizst, vb. Sonra birden bire İlhan Mimaroğlu çıkıyor, radyoda Stravinsky’nin Bahar Ayini’nden bahseden programlar yapıyor. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası kuruldu. Bedava konserler veriliyor halka. Orada değişik müzikler duyulmaya başladı. Resim alanında soyut resim, Adnan Çoker, Lütfi Günay, Sabri Berkel… “Elma armut resmi” yanında başka bir resim olabildiğini gördü bu Türkiye. Sait Faik o sıralarda sürrealist zannedilen o yarı fantastik hikâyelerini yazmaya başladı konusuz. Bunlar hepsi bir araya gelince zaten İkinci Yeni’nin belki de doğmamasına olanak yoktu. Öteki taraftan Mavi’de biz başladığımız zaman romantizm belirgin hatta kaçışçı, evazyon. Öyle bir şiir yazılıyor. Yani “fırınların önünde ekmek bekliyor halk” gibi bir şiirden, birdenbire Paris şiirlerine falan geçiyorsun. Süreç aslında hazırlanmıştı. İkinci Yeni değil de adı başka bir şey olacaktı, ama yine böyle bir şey olacaktı. Çünkü edebiyat tıkanmış, can sıkıcı bir yığın hikâye okuyorsun.

İkinci Yeni’nin esasen ortak olarak yaptığı iki kavga biliyorum: Bir Attilâ İlhan’la kavgaları var, sadece Turgut Uyar değil diğerleri de destek veriyor bu kavgaya. Bir de Oktay Rifat’a “bu işin mucidi kim” şeklinde bir tartışmaları var. Bu tartışmalarda herkes İkinci Yenici, ama bunun dışında kimse İkinci Yenici değil zaten. Hiç kimse savunmuyor.
Değil tabii, şimdi orada bazı özellikleri sadece İkinci Yeni’ye özgü değil. Doğru, Oktay Rifat’ın payı yenmiştir başlangıçta. Yani Perçemli Sokak diye bir kitap çıkardığında İkinci Yeni’nin ilk işaretleri veriliyor.  O tarihlerde İlhan Berk işte Paul Klee’de Uyanmak’ı yazıyor. Eninde sonunda, yine siyasal terimlere geçeceğim, ama orada da bir iktidar sorunu var. Genç kuşak da kendine şiirini, iktidarını istiyordu. Bugün “bize de iktidar” diye bağırmıyor mu genç arkadaşlarımız? Biz de o zaman onu bağırdık. “Bize de birazcık iktidar olsun” diye.

Bu arada kitaplarında “İkinci Yeni halktan kopuk belki biraz ama Turgut Uyar’ın, Cemal Süreya’nın politikliğinden, o İkinci Yeni değil ama Orhan Veli’nin de toplumculuğundan” bahsediyorsun; yani sonuç olarak onları direkt olarak, görüntünün arkasında bir politiklikle sıfatlandırmışsın zaten.
O yazılarda yapmak istediğim vurgu şuydu. Asım Bezirci gibi arkadaşlarımız İkinci Yeni’nin tamamen bir kaçış şiiri olduğu, politikadan koptuğu yolunda birtakım iddialar ortaya atınca ben de “politikadan kaçış yoktur” dedim. “Nereye kaçarsan kaç, bir yerde bunun bir sızıntısı vardır” dedim. Çünkü politikadan korksalar da 12 Mart döneminin en güzel şiirlerini bu arkadaşlarımız yazmıştı: Turgut Uyar, Edip Cansever. “Mendilimde Kan Sesleri”, böyle bir şiiri kim yazdı? Demek ki “politikadan korku” başlı başına bir rol değildi, politikadan kaçış değildi. Birtakım şeyleri politikanın dışında birtakım terimlerle, sözcüklerle ifade etmek mümkün müydü, değil miydi?

Çok güzel bir noktaya geldik. Dönem Dergisi’nde bir yazı var, Oben Güney imzalı. Onun bir Melih Cevdet Anday, bir de Turgut Uyar eleştirisi var. Oben Güney ikinci yazısında Turgut Uyar üzerine yazıyor ve “şiire insan getirmek” diye bir sorunsalından bahsediyor. Bu Turgut Uyar’daki politikliği o günlerde anlamak adına güzel bir yaklaşım. Daha sonra Ahmet Oktay geliyor ve Oben Güney’in bir cümlesi üzerine, “insanın hayvansı yanındaki isyan duygusu” üzerine Marksist bir eleştiri yapıyor: “Başkaldırı, hayvansı değildir, bilinçle yapılır” gibilerinden. Şimdi bence Oben Güney’in yazısındaki “şiire insan getirmek” önerisi, yeni insan önerisi, aslında bakarsanız solun da bir önerisidir. Yeni insan önerisi bizzat Marx’ta vardır, devrimin son aşaması olarak. Oben Güney’in yazısı üç sayı boyunca sürmüş, uzun bir yazı, aslında özel bir okuma yapmış; tamam Marksist değil, ama sanatın içinden gelen birisi, tiyatrocu. Sonuçta Turgut Uyar’ın şiiri ile ilişkili derli toplu da güzel bir yaklaşım getirmiş. Sizin eleştirinizden sonra bir eser çıkmamış kendisinden.
50’de insanın bir söyleyiş biçimi vardır, 80’de bir söyleyiş biçimi vardır. Gelişiyorsunuz, terminoloji değişiyor, bilgi değişiyor. Dünyadaki teorik üretim yetişilir gibi değil. Bütün bunun takibi, kovalanması oradaki Marksist konumunu muhafaza edebilmek çünkü orada bir yığın teoriler değişirken bir yığın darbe yiyorsun. Senin teorin de darbe yiyor, sen de darbe yiyorsun. Orada kendini korumak bile, bu kadar yorumun içinde hakikaten hangisinin Marksist konuma uygun düştüğünü ayırmak, o anlamda çok zor. Ben elimden geldiğince 1950’lerden bu yana konumumu muhafaza etmeye çalıştım. Sanatın toplumsal bir işlevi olduğunu ve gerektiğinde bu işlevi politik propagandaya kadar götürebileceğini hâlâ da söylüyorum. Yeri geldiği zaman bir şair gerekirse militan gibi çıkar, orada o şiiri de yazar; “yazmaz” diye bir şey yok. İkinci Yeni’nin getirdiği şeylerle de bazı şeyler öğrendik, ama “politikayla hiçbir ilgim yok” diyen adam bile son kertede gelir bu politikanın duvarına çarpar. Yahya Kemal politika yapmıyor mu? Yapıyor. Şiirinde yapıyor. Yahya Kemal’deki de bir tür insan manzarası, sokaklar; onun birtakım şiirleri bal gibi toplumcu faydaları olan şeyler. Ondan önce Türk edebiyatında yapılmamış şeyler. Mesela Turgut’un politikaları bir insan politikası, tabii eninde sonunda bir tür genel politika. Sol da bunu istiyordu. Çünkü o köylü tipiyle bir yere kadar gidilebileceği belliydi. Türkiye’de proletarya gelişmedikçe bu iş olmayacak. Çünkü Marksizm köylülüğün ideolojisi değildir. Köylüyle bir yere gitmez Marksist. Turgut geliyor, ne yapıyor? Ankara’ya iniyor, neon ışık Turgut’la şiire giriyor.


23 Mart 2015 Pazartesi

Tırnak İçinde Ölüm / Svetlana Boym

S. 250

Şairenin Ölümü

“Şaire”: Eksiklik, Fazlalık ve Estetik Müstehcenlik

Adalis ve Marina Tsvetayeva kadın kâhinlerdir, Sofia Pamok da öyle. Onların kehanetleri evde işlenmiş oya gibidir… Kadın şairlerin şiiri kulakları tırmalayıp, tarih duygusunu rencide ederek en yüksek perdeden çınlamaya devam etmektedir.

Osip Mandelstam, “Edebi Moskova”

Komsomollu kız, sözgelimi Tsvetayeva’yı almaya son derece kararlı içeri girdi. Birisi ona, Komsomollu kıza, anlatmalı, kitabın gri kapağındaki tozu üfleyip: “Yoldaş, çingene lirizmine meraklıysan, bana düşmez ama, sana Selvinski’yi önereyim. Konu aynı, ama bak nasıl da iyi işlemiş! Tek kelimeyle bir erkek tarafından yazılmış!”

Vladimir Mayakovski,
“Şairleri İtham Etmeden Bir Duralım Bakalım”

Marina için kim entelijensiyanı üyesi diyebilir ki? Tıpkı ona “şaire” demek kadar aptalca olur bu. Ne tiksindirici bir söz!

Marina Tsvetayeva, Soneçka’nın Hikâyesi

“Şaire” sözcüğü “şair”den türetilmiştir; “şair”in sonuna bir fazlalık, bir “kötü beğeni” belirtisi, br kültürel aşağılık göstergesi olarak dişilik belirten bir sonek iliştirilmiştir. İçinde yaşadığımız kültürde “şair” tarafından yazılmış metinler, “şaire” tarafından yazılmış metinlerden farklı okunur. Okurun zihninde, -dilbilgisel açıdan eril olan- “şair” sözcüğü kültürel anlamda nötr, belirtisiz olarak algılanırken, “şaire” rahatsız edici bir biçimde toplumsal cinsiyet belirtir. Mandelstam “Edebi Moskova” başlıklı denemesinde şairenin takındığı kültürel maskenin vasıflarıyla ilgili şiirsel bir sentez sunar; aşırı lirik yüceltme, istismar sayılacak kadar zor metafor kullanımı ve tarih duygusu ya da tarihsel sorumluluk duygusunun eksikliği bu vasıflar arasındadır.*

S.251

Şaire tarih dışı ve aşırı öznel olmanın yanı sıra, kendi küçük duygu evinden dışarı adım atıp dilin tarafsız nesnelliğine girmekten âcizdir. O evde dokumak için fark etmeden yanlış kumaşları –iplik yerine sözcükleri – seçmiş yüce bir edebi dokumacıdır.

Şaire eksantrik Rus kadın kahramanlarından biri olmakla kalmaz; Avrupa ve Amerika’da on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl başında ortaya çıkan ve bugün de varlığını sürdüren ortak bir kültürel miti yansıtır. Bu bağlamda, şaire ne kadın-şairin, ne de kadınsı/feminist/kadınyazı(sı)nın temel özelliklerini cisimleştirir. Şaire de devrimsel şair gibi, daha ziyade, kültürel bir maske olarak, çağdaş commedia dell’arte’ nin veya modern kültürün vahşet tiyatrosunun o kadar da göz alıcı olmayan bir maskesi, bir kadın kahraman maskesi olarak görülür. Ben kadınlığa yaklaşımımda, şimdilik Julia Kristeva’nın “Kadın katiyen bu değildir” (la femme, ce n’est jamais ça) ifadesine katıldığımı belirtmeliyim.* Bununla birlikte, dişil olanın çoğulluğundan çekip çıkarılarak şeyleştirilen ve kültürel bir mit haline gelen belli vasıflar vardır. Rus ve Avrupa edebiyatından bir dizi temsil edici metni üst üste koyarak söz konusu mitin izini sürmek mümkündür. Dahası kültürel mit sadece kadının sanatsal temsilini etkilemekle kalmaz, daha genel düzeyde, esneklik ve beğenilerinizi ve değer yargılarınızı da şekillendirir.

Mandekstam edebiyatta kadınlığı, gerçek (erkekçe) şiirin özünü oluşturan şiirsel buluşu ve kolektif hatıraları farkında olmadan parodileştirmenin tuhaf bir yolu sayar.

Şiirde kadının payına, kelimenin en ciddi ve en düz anlamıyla muazzam bir parodi hissesi düşmüştür. Kadın şiiri şiirsel buluşları buluşların ve hatıraların bilinçsiz bir parodisidir. Moskovalı şairlerin çoğu metaforun gazabına uğramıştır. Bu biçare İsis’ler benzetmenin sonsuza dek kaybolmuş ikinci kısmı peşinde ebedi bir arayışa mahkûmdur; bu arayış ise şiirsel Osiris imgesine ilksel birliğini iade etmiştir.**

Şaire, şairin bilinçsiz bir parodisine dönüşmüştür. Parodi hem Rus Biçimcileri, hem de Bahtin çevresinde ilgi odağıydı. Sözgelimi Tinyanov parodiyi edebi evrimin itici gücünün bir parçası, tür ve söylemlerdeki evrime işaret eden retorik bir araç olarak görmüştür.

S.252

Bahtin’e göreyse, parodi iki sesli konuşmanın ayrıcalıklı bir biçimi, parodileştirilmiş söylemlerdeki yazarlık iddialarının yabancılaştırılmasına katkıda bulunan bir diyalogdur.

Tırnak İçinde Ölüm / Svetlana Boym
Moder Şairlerle İlgili Kültürel Mitler
metis eleştiri

21 Mart 2015 Cumartesi

Silgiler, Silerken, Silinirler de

1

 Biliyor musunuz? Bir şairin, kendisinin de bir insan olduğunu unutması. –insan bu dünyada, sıkışınca, ne bahaneler bulabiliyor,- ilginçtir. Evet insanın (insan) olduğunu unutması, unutması ve unutması herhalde korkunç olumsuz bir şey. Hatta ürkünç. Yani ki bizim kuşağımızın Sıkı Şairlik’inin  tam tersi.
(Ona Sivil Şiir de denebiliyor.)

  “Bizim Sırp Şairi”nin soruları öyle dayatılanların söylemine, diskuruna kapılmaması ya da o biçimdeki söyleme gelmemesi, belirli bir açıdan elbet iyi bir şey. Çünkü, soruları öyle soranların büyük çoğunluğu hep“iktidar”dadırlar ya da en azından iktidardaki geniş mezheplilerle ve geniş meşreplilerle senli benli, içli dışlı bir“kötülük dayanışması” içinde değil midirler? (Bunu ben 1977’den beri canımda ve iliklerimde yaşayarak biliyorum, başkalarının hesabına utanç duyarak hem de!)

  2
  Şunu söylemek isterim yalnız: Bir çocukluk, yok yoksulluk içinde ve buruşmuş olarak ve (kısaca) buruşuk geçmiş olabilir. Kimse bana “benim çocukluğum” sözgelimi sıkı şair Cemal Süreya’dan da “kötü geçti” diyemez! Öylesine bir ıssızlığın ve yalnızlığın ve kimsesizliğin içine hemen hemen bütün cumhuriyet tarihinde kimse düşmemiştir!

  İşte o yüzden rahatlıkla “bizim hesapsızlığımız, sizin hesapsızlığını yer!”diyebilmiştir bir cumhuriyet büyüğünün oğluna; hem de meydan okurcasına. Ve sonraları yakın arkadaşlarından kazık yemiş ya da eli ısırılmış filan olabilirler, vs.

  3
  Ama, “bizim” Sırp şairi, beynine sürdüğü bu silinmez lekeyi, öyle, misvakla filan çıkarmaya kalmasın! Leke her yerden görülüyor, görülebiliyor. İşte tam da yeridir burası. Silgiler, silerken, silinirler de! O bizim Sırp şairi Sıkı Şair’den etik bakımdan gittikçe ve giderek uzaklaşıyordu zaten. Ben bu konuyu istemeyerek geçiyordum, açıkçası atlıyordum hep.

  Belki de o, başlangıçtan eri (ben ilk kuşkuyu 1970’de Aksaray’da TÖS’ün binasında bir şiir toplantısında duymuştum. Ve “dur bakalım!” demiştim kendi kendime.Ben, gerekirse, bir ömür boyu pusuya da yatabilirim. Bir gerçeklik uğruna 30-40 yıl bile bekleyebilirim!) gizli bir biçimde ve altta “dürüst” bir insan değildi. (“Dürüstlük.” Her söylemde, her anlamda yalın “dürüstlük” hey!)

  4
  Şairler yoksa kızlarla, delikanlılarla birlikte “Sünni” Sırplarca, hem de alkışlanarak yakılmadı mı tarihte? Sivas’ta ve şiirin tarihinde? Gerçekten Sivaslılığı ve İslamlılığı da yaralayan ilkel ve barbarca düpedüz bir cinayet işlemiş olduğunuz hiçbir kurnazlık ve laf kapatamaz. Cumhuriyetin en anlamlı bir olayıdır bu. Arkası da gelecek.

Ece Ayhan

Sivil Denemeler
YKY 1998

14 Şubat 2015 Cumartesi

Emre Varışlı Söyleşi Kuşak Edebiyat 2014

                                      *Bir Günahkarın Bilmesi Gerekenler
                                  Emre Varışlı Altıkırkbeş Basın Yayın 2014

“Uzun yıllardır alt ve karşı kültür nesneleri ve ortamları üreten Emre Varışlı ; özgür, sert, özgün, anarşist, cinsiyetsiz, politik avangard kitabıyla dikiliyor karşımıza. Şayet bir şekilde Varışlı'nın yazdıkları ve okudukları ile karşılaşmadıysanız okuduklarınız midenize ufak kramplar sokabilir!”

(Tanıtım Bülteninden)

     “Dışarıda olanlar, dışarıda olanlarla eğilenler, kışkırtıcı şeyler…  “

“Dünyanın tanımladığı bir şey olmayı reddediyorum. Bir şair olmayı red ediyorum. Bir şair olmamayı da red ediyorum” diyorsun, haklısın. “Bir Günahkarın Bilmesi Gereken”AltıKırkBeş Yayın’larından, Nisan 2014’de çıkan ilk kitabın. Tanımlamadan neler söylersin?

Öncelikle söylemek isterim ki, bu metinler çok kişiseldi ve kitaplaşmasını, en azından bitirdikten 2-3 ay gibi bir süre sonra yayımlanmasını beklemiyordum. Yayınevimle şiir dosyası üzerinde çalışıyorduk sonra Şenol Erdoğan “bu metinleri basalım.” dedi. Ben de peki, dedim.

Yazdığım şeylerde genel olarak topyekün bir reddediş vardır zaten ama bunların bazıları da kabul ediştir aslında. Ben asla dönüşmeyeceğim bir şey olduğuna inanmıyorum. Her şey kozmik şakadan ibaret. Dünyanın tanımladığı bir şeyden bunu kastediyorum belki de kodlarla yaşıyoruz. Dil kodlaması çoğu da. Neyin ne olduğunu pek bilmiyoruz.

Topyekün medeniyeti reddediyorum. Sonra iş medeniyeti reddetmeyi de reddetmeye dayanıyor. Bu hayvanlığı seviyorum. Bu metin benim bir nevi günlüklerim gibiydi. Fanzin olarak basmıştım, fazla bir dağıtım yapmasam da okuyanlardan güzel geri dönüşleri olmuştu. Bu kitap fragmanlardan oluşuyor diyebiliriz. Ani, kısa paragraflar. Bütün o paragrafları uzatabilirdim de, oturup birkaç sayfalık hikâyelere dönüştürebilirdim. Öyle kalmasını tercih ettim. Benim yaşadığım ya da tanık olduğum kısa anlar. Flaş çakımı hayatlar. Beliren görüntüler. Sonraları yok, başlangıçları da yok sanırım…

Kapak tasarımı Erol Egemen’e ait, kitabın içinde yer alan illüstrasyonlar da çok başarılı ve Semih Yıldız’a ait. Kitabın görselliği ilgi çekici, bu çalışma nasıl gerçekleşti?

Erol Egemen için sanırım fazla bir şey söylemeye gerek yok. Müthiş işler çıkartıyor. Ben hiç karışmadım kapağa. Karışsaydım belki bu kadar memnun olduğum bir şey çıkmazdı. Metin bir yandan sessiz, alttan bir şiddet barındırıyor. Bunu çok güzel yansıtıyor kitap görseli, ellerini yüzüne kapatmış günahkârın aynı zamanda üzgün ve tekinsiz suratını da görüyoruz.

İçindeki görsellere gelince, bir ara Eskişehir’de Semih’le otururken çizimlerini görmüştüm, daha önce hiç paylaşmamıştı, kolajlarını biliyordum sadece. Kitabın yayımlanması kesinleşince ve metni baştan okuyunca direk o çizimler aklıma geldi ve Semih’e tekrar dosyayı yolladım, metni okudu ve çok kısa zamanda müthiş şeyler çizdi. Görsel malzeme de benim için önemli. Yazıları bas, diz yolla okusunlar kafasında değilim. Beni tatmin eden bir şıklıkta oldu. Genelde ilk kitaplarda bu karambole gider.

AltıKırkBeş Yayınlar’ından çıkan kitaplar genellikle “Beat”, “Underground” (Yeraltı edebiyatı) yani bir duruşu ve farkındalığı olan bir yayınevi. Kitabının bu yayınevinden çıkmasıyla ilgili neler söylersin?

2002-2003 zamanlarında Kadıköy’deki 6.45 Dükkânı’na gittiğimde ve kitaplarıyla tanıştığımda, bir gün mutlaka, en azından ilk kitabımın buradan çıkacağına dair kendimce bir söz vermiştim. O zamanlar çıkardığım Çamur Fanzin’i bırakmak için gidiyordum. Şenol Erdoğan’la da o zamandan tanışıyoruz. Oradaki kitaplar, diğer fanzinler hayatımı kurtarmıştır, yoksa berbat etmiştir mi desem, bilemedim. Yani, bir dosyam olursa başka nerden yayımlayabilirim ki, diye düşünmüştüm. Neden başka bir yer isteyeyim.
Dışarıda olanlar, dışarıda olanlarla eğilenler, kışkırtıcı şeyler…  İlgimi bunlar çekmiştir. Özellikle 90 ve hemen sonrasında bu yayımlarla tanışmak çok önemliydi. Başka hiçbir yer yoktu! Diğerlerinden daha iyi demiyorum, ama kendi kafası içinde müthiş işler. Eğer  AltıKırkBeş Yayınları olmasaydı o çevirileri, dergileri biz daha çok beklerdik!

Seninle ve şiirinle, küçük İskender’in “Şiir Akşamları”nda tanışmıştık. Şiir okumalarından başka,  teatral performansların da oluyordu. Halen devam etmekte olan “Şiir Akşamları” şiir, edebiyat, sanatsal ve kişisel yolculuğunda etkin oldu mu?

Olmaz mı, ben çok küçük yaşlardan itibaren teatralliğe ve görsel olana düşkündüm. İlkokul zamanlarında kendi kendime bir olay yaratır, ona buna rol verirdim ve oynardım. Babaannemle çok yapardık bunu. Hatta beni özel bir tiyatro okuluna verdiler, sonra sıkılıp çıktım. Yazmaya başladıktan sonra da bu devam etti.
Sonra kritik bir zamanda İskender’le tanıştım, 2005-2006 civarıydı. Onun yaptığı şiir akşamlarından birine katıldım. Sanırım Veli Bar zamanıydı. Ben daha önce arkadaşlarım haricinde, bir kitlenin önüne çıkıp okuma yapmamıştım. Benim için heyecan vericiydi. İskender bana hadi çık oku, dedi. İyi de yapmış Tadını aldım ve vazgeçemedim. “Ben Hoşlanmıyorum” diye bir proje grubum vardı, birkaç gösteri yaptık. Sadece yazıyor olmak beni karşılamıyor bazen, görsel malzemeyi de devreye sokmak, daha doğrudan insanlara ulaşmak hoşuma gidiyor. Canlı gösteriler dışında video ve fotoğraf da içinde dolaşmayı sevdiğim dünyalar.. Elbette dünyada birçok örneği var bu tarz performansların. Birçok şey ilham verebiliyor.

Edebiyat tartışmalarını, genç bir şair olarak nasıl yorumluyorsun merak ediyorum. “Kitap kirliliği”, “Eleştirmen eksikliği” gibi.

Konu ne olursa olsun ben her türlü hiyerarşiyi çok komik buluyorum. Hiyerarşik konumu sallantıda olanlar bence bu konuları abartıyor. Kızmıyorum, kavga etmiyorum. Hiç kimse rahat bırakılmıyor, diye düşünüyorum. Üreten insanlar açısından baktığımda gözettiğim tek şey, ne üretildiğidir. Genel anlamda da eksikliğini hissettiğim şey ise, insanların eşit olarak görünür olup olamadıkları. Çıkardığı kitap hakkında daha az emek vermiş, bunu kendine dert edinmemiş biri bazen kişisel bağlantıları, tanıdığı birileri yüzünden daha görünür olabilir ve evet bu nahoş bir durum. Tam tersi sırf reklamı az diye işine emek veren biri arada kaybolup gidebilir. Önemli olan herkesin kendine yer bulabilmesi. Yoksa kitap yazmayı mı yasaklayacağız? Bunu bir edep meselesi olarak görmenin de bir gereği yok. Bu da “sanat”ı kutsamaya götürür ki buna ne gerek var?!  Eleştirmenler için açıkçası bir fikrim yok, ben eleştirmen yerine sanatçının günlüklerini, sanat dışındaki hayatını ve söyleşilerini takip etmeyi seviyorum.

Facebook, Twitter, Blogger gibi sosyal platformlarda edebiyatın, şiirin varlığı ve e-kitap hakkında düşüncelerin nelerdir?

Bana bile “sosyal medya şairi” dediler. Bile diyorum çünkü şiirlerim, hikâyelerim ya da diğer yazılarım mutlaka dergilerde fanzinlerde yayımlandı. Sosyal medya da ya da kendime ait web sitesinde işlerimi yayınlıyorum ve insanlara direk ulaşması hoşuma da gidiyor ancak, ben her şeyi bir gün mutlaka basılı olacak düşünürüm. Bu mesele az önce bahsettiğim hiyerarşi meselesiyle bağlantılı bir bakıma. Bir blog açıyorsun, bir sürü insan seni takip gediyor. Ondan önce yok dergiye şiir gönder, yok editör seni onaylasın, bekle. Aynı şey fanzin için de geçerliydi ilk çıktığında, sıkıcı kültür dergilerini ezip geçtiler. Hâlâ da ezip geçiyorlar bence.
E- kitap okuyamam, bilgisayar ekranından uzun şeyler okuyamam, gider mutlaka çıktılarını alırım okurum. Ben o kitabı, o dergiyi raftan çekip almalıyım, sinirlenip duvara fırlatmalıyım, biriktirmeliyim ya da birine vermeliyim, dokunmalıyım. Ekrandan okuduğumu anlamıyorum da zaten, dikkatim dağılıyor. Ama bu beni bağlar.  Tabletinden telefonundan kitap okuyan insanlar da var çevremde, gayet de güzel takip ediyorlar. Bir de siber uzay çöplüğünde her şeyin ufalanır gider ama kitap hep oradadır, elinizin altında durur.

İlk kitabın *Bir Günahkarın Bilmesi Gerekenler’den sonra ikinci kitap çalışman var mı?

Basılmayı bekleyen dört şiir dosyası, bir roman, bir de uzun hikâyelerden oluşan dosya var. Kafamdakileri saymayayım. Bundan sonra büyük ihtimalle şiir yayımlarım. Gerçi benim sağım solum belli olmaz ama bu kitaptan güzel geri dönüşler alıyorum, daha çok yeni, biraz zaman geçsin istiyorum. Okunsun, üzerine konuşulsun, biraz daha yankılansın. Onun dışında bir dolu fanzinde, dergide şiirlerim ya da diğer yazılarım takip edilebilir.



“Bir rüyanın yansıması" Fabian Perez

Flamenko’nun tutkulu, hırçın, başkaldıran hatta küstah ritmini tuvaline yansıtan Arjantinli başarılı bir ressam Fabian Perez.

Gençlik yıllarında değişik sanat alanlarına ilgi göstermesiyle kendini disiplin etmeyi öğrenir.
Doğu kültüründen etkilenen ve doğunun resim sanatını da öğrenen sanatçı 22 yaşına geldiğinde Arjantin’i terk eder, İtalya’ya yerleşir, burada 7 yıl kalır.


Sadece resim sanatında değil, yazıda da kendini gösterir ve üstün hâkimiyet gücüyle birleştirerek, “Peflections of a Dream” adlı gezi kitabı yazar, kitap Amerika’da yayımlanır. Daha sonra, bir yıl kadar Japonya’da kalır ve Japon Hükümet Binası'nda, "The Japanese Flag ve A Meditating Man" adlı iki sergi açar.


Ve 17 Eylül 2009’da Los Angeles, Kaliforniya “Latin Grammy Ödülleri”nin resmi sanatçısı olarak Conga Salonu’nda “La live” sergisiyle katılır.

Fabian Perez benzersiz sitili ile arzulara sınır koymayan, duyumsamakla kuşatılmış bir sanatçı. Disiplinli çalışmayı sevmesiyle birlikte, eserlerini nadasa bırakmamayı tercih ediyor.
Sanatçının cesareti, yoğun duyguları ve arzuları sembolik betimlemede onu başarılı kılmaktadır.
Tutkuyu, heyecanı, tüm çalışmalarına yansıtmakta ve aynı enerjiyle sürdürmektedir.
İşinde sınıflandırılmayı tercih etmeyen sanatçı, bunun sanatını sınırlayacağına inanıyor.


“Otuz yıl oldu bu yollardan geçip gideli. Düşüncelerin birçoğunu arkamda bıraktım ve birçoğunu da kaybettim. Önümde uzun bir yol görebiliyorum ve bunun beni yeni deneyimlere taşıyacağını biliyorum.”


Arjantin dendiğinde; Eva Peron,  Che Guevera, Madres de Plaza del Mayo, Carlos Gardel, Mercedes Sosa, Jorge Majfud, Jorge Luis Borges, Juan Gelman gibi dünyanın değer verdiği ve kabul ettiği birçok isimle birlikte resim sanatının genç ve idealist ismi olarak Fabian Perez de anılmakta. Bize Fabian Perez’i anlatır mısınız?

Yukarıdaki listede benim için en önemli isimlerden biri daha var Astor Piasola.
Adımın bu büyük isimlerin arasında olabileceğini söyleyemem çünkü ben kariyerimi ülkemin dışında geliştiriyorum ve henüz bu isimlerden bir parça olmak için gereken başarıları elde edemedim ya da Arjantin için büyük bir referans olmayı.

Gençlik yıllarınızda değişik sanat dallarına da ilgi gösterdiniz.
Özellikle doğu kültüründen etkilenmenizin sebepleri nelerdi?

Bu biraz tuhaf ama hayatımın ilk evrelerinde zaten portrelerle ilgileniyordum. Ailemin üyelerini, arkadaşlarımı, ayrıca dergilerden bazı idolleri çizerdim. Büyürken, soyuttan sonra, sürrealizmle daha çok ilgilenmeye başladım. Dövüş sanatının, Zen okumanın ve Japonya’ya yaptığım seyahatin etkileri beni Shodo’da (Zen kaligrafisi) daha derinlere gitmeye zorladı. Onun temel kavramlarını kendi kişiliğime kattım ve çok daha soyut ve sembolik bir yöntemle başladım. Bugün genç yaşlarıma geri döndüm ve tekrar insanları resmetmeye başladım. Aynı zamanda, sanatı ve kabiliyeti gösteriyorsun.

Resim sanatınızdaki büyülü yolculuğunuz?

Tüm bunların büyülü tarafı çoğu insanın çizdiklerimle özdeşleşmesidir. Sınır yok... Her yaştan ve kültürden, dünyanın her yerinde bana çalışmalarımı gördüklerinde ne kadar ilham aldıklarını söyleyen insanlar var. Benim için büyülü yolculuk bu…

 Dünyanın hayranlıkla izlediği ve kabul ettiği başarınızı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Başarıya bakışta birden fazla yol var. Onlardan biri ün, para ve maddi sahip olunanlar hatta sanatınla ilgili iyi konuşan insanlarla bile bağdaştırılabilir. Diğer yol, benim için daha önemli olan, bir birey olarak amaçlarını gerçekleştirebilmektir. Başarılı biri gibi hissediyorum çünkü aileme destek olabiliyorum severek yaptığım şeyi saygın bir şekilde yapıyorum. Bir sanatçı olarak başarılı hissediyorum çünkü çoğu zaman duygularımı tuvalin üzerinde ifade edebiliyorum. Bunun insanların takdiriyle de bir ilgisi yok.

Sizi resim sanatına bu kadar çeken ya da yönlendiren faktörler nelerdi?

İlk gençlik yıllarımda resim yapardım ve çoğu zaman onları hediye ederdim. Sonra karate hocam Oscar Higa’yla,  İtalya’ya gittiğimde onun tavsiyeleriyle daha ciddi resim yapmaya başladım, sadece bir hobi olarak değil. Hatırladığım, beni bir sanatçı olmayı düşünmeye ikna eden tecrübelerden biri, Almanya’da bir galeride çalışan İtalyan bir kızın sulu boya çalışmalarımdan birini satın almak istemesiydi. Onu 20 dolara sattım. Ve düşündüm ki eğer bir tane satabiliyorsam, daha fazla da satabilirim.

Sezgilerinizi, gerçeklerle buluşturabiliyor musunuz?

Ben sezgisel bir insanım ve mantıksal aynı zamanda. İç güdülerimi izlemek için referans olarak istatistiğimi esas alırım. Bir değerlendirmeden sonra doğru olduğunu düşündüğüm şeyi yaparım. Her zaman yaptıklarımın getireceği sonuçları düşünürüm.

Resim sanatı bilinen en eski ve köklü sanat, bu bağlamda geçmişten günümüze etkilendiğiniz ressamlar var mı?  

Rembrandt’ın paletini seviyorum, sıcak,doğal renkler.Sargent, çünkü resimlerinde hep bir heyecan ve gizem var. Picasso’nun  sağlam kompozisyonu. Cesanne’nin fırça darbeleri. Touluse Lautrec’in sağlam çizimleri ve tabi ki Caravaggio’nun Chiaro Oscuro’su.

Flamenko’ nun tutkulu, hırçın, başkaldıran olduğu kadar cazibeli ritmini tuvale yansıtırken düşünce ve duygularınızdan bahseder misiniz?

Bana göre Flamenko dansçıları kadının tüm avantajlarıyla kadın olmaktan gurur duyduğu, şehvet uyandıran ama güçlü ve cesur sembolleridir. Bana o büyük aile olma duygusuyla hayatta her tür durumla başa çıkabilecekleri hissini veriyorlar.

Portre çalışmalarınızda canlı model kullanıyor musunuz?

Önceleri kullanıyordum. Şimdi zamanın gerektirdiği gibi, fotoğraf çekmeyi tercih ediyorum. Dünyanın değişik bölgelerinden insanları resmettim ama onlar her zaman stüdyoda poz vermek için uygun olmuyorlar.

Niçin akrilik boyayı tercih ediyorsunuz?

Pek çok şey deniyorum ama kişisel olarak resim yaparken akrilik boyayı tercih ediyorum. İçgüdüsel olarak hızlı resim yapıyorum ve akrilik yağdan daha çabuk kuruyor. Bu sebepte benim daha spontane olmama olanak sağlıyor. Ve onları yağlı boya görüntüsü verecek şekilde karıştırabiliyorum.

 Resim sanat akımlarından hangisinin sizi ifade etiğini düşünüyorsunuz?

Çalışmalarımı her hangi bir zaman diliminde ya da akımda kategorize etmeyi sevmiyorum. Açıkçası çok fazla sanat tarihi periodları tarafından etkilendi. Benim çalışmam izlenimci bir teknikle birlikte dışavurumcu, mantıktan çok hızlı ve içgüdüsel. Bence,eğer stilime bir isim koyarsam,kendimi sınırlamış olurum.

 Ödüllerinizden bahseder misiniz?

En büyük ödüllerim güzel ailem, karım, oğlum ve kızım. Bunlar bana hayatın verdiği ödüller. Şöhrete, bana verilen ve benden istenen onura minnettarım. Bu müthiş hediyelere sahip olduğum için çok şanslıyım.

Sergilerinize nasıl hazırlanıyorsunuz?

Genelde sergilerimi aylar öncesinden bilirim, bir tema yaratırım ve belli modeller seçerim, belli bir dekorda fotoğraflarım, tuvali hazırlarım ve sergi için koleksiyonu hazırlayana kadar çalışmamla tek vücut olurum.

İstanbul’da sergi açmayı düşünüyor musunuz?

Şu an İstanbul’da bir sergi için planımız ya da bağlantımız yok ancak bu fırsatı dört gözle bekliyorum.

Başarılarınızın devamını dilerken, söyleşi için teşekkür ederim.

Benim için zevkti.

Sevgilerimle, Fabian


Söyleşi Nisan Serap
Çeviri Beste Dane
Her Şeye Karşın Dergisi
20. Sayı
Temmuz Ağustos

Haydar Ergülen Söyleşi "Üzgün Kediler Gazeli"

Üzgün 

Kediler 


Gazeli 



Haydar Ergülen 



Türk şiirinin seksen sonrası önde gelen ismi şair Haydar Ergülen,  otuz yıldır “güzel söz kardeşliği” olarak ifade ettiği şiiri ve denemelerini “hevesle” yazıyor. 

Heves”, insan tarihinin anahtar kelimesi belki… 

Üzgün Kediler Gazeli” adlı kitabınızı edindiğimde, ilk olarak kapak resminin bana düşündürdükleri, karanlık, boşluk, yalnızlık, kötücül değil tam tersine masumiyet. Ve fakat fonun siyah, yazının beyaz oluşu, Yin  Yang simgesini hatırlattı, “her iyiliğin içinde bir kötülük, her kötülüğün içinde bir iyilik vardır” gibi. Kötücül değil demiştim ki, sırtını dönen, başını hafifçe eğmiş kedi, bunun farkında ve sanki yüzünü görmek mümkün olsa gülümsüyor, öyle masum, öyle sevgiyle diyeceğim… Evet, kitap kapak resmini siz, nasıl yorumluyorsunuz? 

Güzel bir gözlem doğrusu, teşekkür ederim. Söylediğiniz gibi, ‘her kötülüğün içinde bir iyilik vardır’. Kitabın kapağı da kedilerin üzgünlüğünü ya da zaman zaman bizim onlardan doğru duyduğumuz üzüntüyü bir parça olsun hafifletecek biçimde tasarlandı. Evet, ‘sırtını dönen, başını hafifçe eğmiş kedi bunun farkında ve sanki yüzünü görmek mümkün olsa gülümsüyor, öyle masum, öyle sevgiyle...” O kedinin gülümsemesini istemiştim, ne güzel siz de gülümsediğini gördünüz. Kediler üzgün de olsalar gülümserler çünkü, onların mırıldanmaları gülümsediklerine sayılır. Sokakta baktığım kediler de var, apartmanın önüne su ve mama kapları koydum, beni tanıyorlar artık, çoğu doğrudan mamaya gitse de, her yıl aralarından bir kaç kedi çıkıyor ve onlar ne kadar aç, susuz olurlarsa olsunlar, önce uzun uzun okşamamı istiyorlar, kafalarını, enselerini, sırtlarını ve boyunlarını okşadıktan sonra yiyorlar mamalarını, okşanınca gülümsediklerini hissediyorum. Kim bilir belki bu kitap da onları gülümsetmiştir ! 

Geçtiğimiz günlerde Gala Pera’daki söyleşinizde, “artık biyografimin kitaplarımda yer almasını istemiyorum.” demiştiniz. Bunun sebebini nedir? 

Önceki kitaplar, ödüller, diğer çalışmalar... Okur bu referanslarla okusun istemiyorum kitaplarım. Her kitabımla, şiirlerimle ilk kez karşılaşıyormuş, beni ilk okuyormuş ve yeni tanıyormuş gibi olsun istiyorum. 15 kitabım var, 12’si şiir, 3’ü deneme. Doğrusu, toplu şiirlerim de dahil olmak üzere, önceki kitaplarımda, yine pek uzun olmasa da biyografim yer alırdı, bazılarının arka kapağında şairlerin ve eleştirmenlerin şiirlerimle ilgili değerlendirmeleri yer alırdı. Bu okuru yönlendiren bir şey, o yüzden son üç kitabımda bunlara yer vermedim, biyografimi de tek cümleye indirdim. Okur benim şiirlerimi, hakkımda söylenenlere, biyografime, ödüllerime göre değil, yalnızca o kitabımda okuyacağı şiirlere göre değerlendirsin istedim, yani ‘fazlalık’ olmasın istedim. 


Mısır’a, Kiraz’a, Nar’a ve bütün sokak kedilerine…” adanmış bir şiir kitabı, “Üzgün Kediler Gazeli”. Kedileri ne çok sevdiğinizi biliyoruz ama sadece sevgi mi, kitabı adayışınız? 


Ne yazık ki ilk gözağrım Mısır’ı, 8,5 yaşındayken, Baharın ve Mayıs’ın son günü yitirdim. 3 gün içinde o ‘meşum’ ve ‘malum’ hastalık Mısır’ımı da aldı elimden. Şimdi 7 yaşındaki kızı Kiraz var evimizde. Nar’sa Kasım’da doğacak kızımızın adı. Mısır ve Kiraz, yani ana-kız iki kedimiz, Nar’ın ablalarıdır, 3 kızımız olacak diye sevinirken, ‘Üzgün Kediler Gazeli’ne terketti bizi Mısır. Sokak kedileri de kızlarım ve oğullarım sayılır, onlarla da gücüm yettiğince ilgilenirim. O yüzden kedilere adamıştım kitabımı, onlar çünkü arkadaşım sayılır aynı zamanda. Sokak kedilerinin, zorlu yaşam koşullarından ötürü en fazla 4-5 yıl yaşamaları çok üzer beni, hiç olmazsa yaşadıkları süre içinde iyi bakmaya çalışıyorum onlara. Onların dilsizlikleri, yalnızlıkları, gecenin, açlığın, susuzluğun, yağmurun, karın ve elbette ‘insan’ların ‘merhamet’ine terk edilmiş olmaları da derinden yaralar beni. Sevginin yanında biraz da ‘merhamet’ ve ‘ilgi’ isteğidir bu kitabı tüm kedilere adamamın nedeni. 


Üzgün Kediler Gazeli” kitabınız, 1992 ve 2007 yıllarında, E, Şiiri Özlüyorum, Kitap-lık, Le poété Travaille, Edebiyat ve Eleştiri, Adam Sanat, Budala, Şiir Atı, Sonsuzluk ve Bir Gün, Lacivert, Şair Çıkmazı, Hece, Sombahar, Son Kişot, Mühür, , Öteki-siz, Heves, Radikal Kitap, Esmer, Yazılıkaya, Varlık, Milliyet Sanat, Hayal, Hürriyet Gösteri, Üç Nokta, Ada, Rüzgâr ve İle dergilerinde yayımlanmış şiirlerinizden oluşmakta. 

İlk iki bölüm “Nefesler” ve “Gazeller” deki şiirlere baktığımızda, geleneğin şiiriyle karşılaşıyoruz fakat sizin gelenekçi şair olmadığınızı da, biliyoruz. Neden, geleneğin şiiri olan Divan, halk ve tasavvuf şiiri? 

Gazeller, nefesler ve tasavvuf şiirleri, bugün hala sırlarına vakıf olmakta güçlük çektiğimiz büyük bir şiiri temsil ediyor bence. Kuşkusuz halk şiiri de dahil olmak üzere bu şiirlerin hepsinden çok etkilendim ve bu etki hâlâ sürüyor. Özellikle nefesler ve tasavvuf şiirleri benim kendi geleneğim olan Alevi-Bektaşi kültürünün de en iyi örneklerini verdiği şiir tarzlarıdır. Yıllar önce bir söyleşimde, ‘onlar gibi tek bir nefes yazabilirsem, bu benim bütün şiirimin yerine geçer’ demiştim, hala o arayıştayım, o ‘nefes’in peşindeyim. 

Evren nasıl oluşmuştur, biz neyiz, Tanrı nedir, hayatın anlamı, başlangıç, son ve gerçek vb. sorgulayan tasavvuf, felsefesiyle de yer alıyor şiirlerinizde. Örneğin; “SIRLAR GAZELİ” … 

Şairlerin ya da şiir yazanların, evreni, hayatı, kendini sorgulaması, tasavvuf ehlinin yanında elbette ‘naif’, ‘çocuksu’ bir şey olarak kalır. Belki mutasavvıflarla şairleri buluşturan şey, ikisinin de bilgiden çok sezgiyle yola çıkmalarıdır. Onun dışında dediğim gibi şairlerin arayışı olsa olsa bir çocuk merakı, cüreti ve cesaretiyledir, elbette haddini bilerek ve bunu aşmamaya çalışarak. Benim sorduğum sorular da bu minval üzredir, şiirin sınırları içindedir, daha ötesine ulaşanlar, sözgelimi Necatigil, Dağlarca gibi büyük şairlerdir, ki onlara da ‘şair’ değil ‘bilge’ demek gerekir. 

Gazeller” bölümünde, “CAMLAR GAZELİ” şiirinizi, geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz şair Cenk Koyuncu’ ya adamışsınız. 

o yokluğa umran görmüş adıyla başlamıştır, 
şehirde iddiasız şiddet ve camların kırıldığı akşamdır” 

Şiiriniz daha ilk dizeleri Cenk Koyuncu'nun, nasıl bir insan, nasıl bir şair olduğunu ve nasıl da ansız yitiriliş acısını yansıtıyor… 

Cenk Koyuncu, benim hem çok sevdiğim kardeşim, hem de çok iyi bir şairdi. Yaşadığı gibi yazdı, yazdığı gibi yaşadı. Hayata ve insanlara karşı aşırı titiz, başkalarını düşünmekten kendini hiç düşünmeyen, incinmekten değil incitmekten çekinen, yani ‘incinsen de incitme’ felsefesiyle yaşayan çok duyarlı bir insandı, bu duyarlılığı şiirlerine de yansımıştır: ”Hiçbir şeyim yoktu benim her şeyimi aldılar” diyebilme noktasına kadar gelmiştir. “Şaşkına bir can düşmüştür, canda kırık kalmıştır” deyişim bu nedenledir. ‘Camlar Gazeli’ şiirini 15 yıl önce yazmıştım, Cenk’i ilk tanıdığım günlerde. İyi ki tanımışım. Bazı insanların acısı daha onları yitirmeden çöker içimize. Cenk için de öyle olmuştu. Onu çok özlüyorum, son biralarımızı içemedik bile, birbirimize sözümüz vardı, canım kardeşim. 

Aşıkâne gazeller arasında kitabın arka kapağına taşıdığınız, “İDİLLER GAZELİ” şiirinizin maktası; 

hadi git yeni şehirler yık kalbimize bu aşktan” . 

Tümünü yazmıyorum ki, okur adına merak büyüsünü, bozmak istemem.
Aşıkâne gazellerinizde, aşkın acısını dahi övünç ve “heves”le işliyorsunuz. Aşk felsefeniz mi bu? 

Bazen ‘acı’ da bir ödüldür, tıpkı şu yaşadığımız zalim hayatın da bir ‘ödül’ olması gibi. Aşksa, bilinir, insana verilmiş en güzel cezadır, en derin acıdır, en değerli ödüldür. Yaşamamız da ölmemiz de aşktandır diye düşünürüm, o yüzden bu acıya da ‘heves’le atılırız, yarasını gururla taşıyan bir savaşçı gibi aşkın acısını da övünçle taşırız. Aşka en çok kahredenler bile, onu yaşıyor olmaktan, onunla yaşıyor olmaktan gizli de olsa sevinç duymazlar mı ? Şiir gibi bir şey işte, hem çok yoruluruz, peşinde çok koşarız, çok uğraşırız, hem de şiirin yükü eksik olmasın isteriz üstümüzden. Sezai Karakoç’un çok sevdiğim bir şiiri vardır, “Karayılan”, orada şöyle yazar üstad: “Ben aşkı göğsümde çiçek gibi taşımıyorum/ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum”. Bu dizeler aşkı nasıl yaşadığımızı ve taşıdığımızı ziyadesiyle açıklıyor bence. 

Kitaba ismini verdiğiniz, “ÜZGÜN KEDİLER GAZELİ” inde, 

“-Bu gazeli yerime yazan 
sevgili kardeşim Engin Turgut’ a-“ adamışsınız. 


yerime yazan”, doğrusu merak ettim, paylaşmak ister misiniz? 

Ankara’da yayımlanan Hayal Dergisi geçen yıl Engin Turgut aracılığıyla şiir istemişti. Hiç şiirim yoktu, Engin’le telefonda konuşurken ona ‘benim yerime bir şiir yazabilir misin ?’ diye sordum, önce şaşırdı, sonra "dur bakalım, olur mu, nasıl olacak acaba?" diye kabul etti, bir kaç gün sonra da ‘Üzgün Kediler Gazeli’ni yazdığını söyleyip bana da göndermek istedi. Hem Engin’i çok severim hem de şiirini. Bana göndermemesini, dergide okumak istediğimi söyledim, öyle de oldu. Engin sağolsun, çok güzel ve dokunaklı bir şiir yazmış, hem de benim kedi sevgimi bildiği, kedilerimi tanıdığı için yazdığı şiir bir kat daha hoşuma gitti, ne de olsa ‘şair kardeşim’ olmasından da önce ‘ruh kardeşim’dir o benim. Kitaba isim ararken, fazla da aramadım aslında, hem adını da çok sevdiğim için, hem de Engin’e teşekkür babında, kitabın adını ‘Üzgün Kediler Gazeli’ koydum. Şiiri kitaba alırken de, benim yerime Engin Turgut’un bu şiiri yazdığını belirtmek istedim. Ben sık sık başkasının yerine şiir yazdığımı düşünürüm, bu kez de bir başkası benim yerime şiir yazmış oldu. Şaşırtıcı bir yan yok bunda. Ben de isterse birgün Engin’in yerine zevkle şiir yazabilirim. Nasılsa aynı bahçedeniz, aynı ‘şairler cemi’ndeniz. Bu vesileyle sevgili şairim Engin Turgut’a bir kez daha teşekkür ederim, eline, kalbine, ruhuna sağlık. 

ÜZGÜN KEDİLER GAZELİ” inde insana dairdir diye bildiğimiz, ne varsa (yalnızlık, hüzün, sevinç, sevgi, vb.) kedilerde bulduğunuzu, kedilerden öğrendiğinizi, düşünebilir miyiz? 

Bende kedi sevgisi sonradandır, yani yakınlarda yitirdiğim ilk kedim Mısır’la başlamıştır 42 yaşımdayken, o yüzden de bir ‘sonradan sevme’ hali vardır ki, aşka tekabül eder. İnsan ya da kedi diye ayırmamayı da o günden başlayarak öğrendim. Mısır’la kızı Kiraz benim en yakın arkadaşlarım oldu. Evden 2-3 gün ayrı kaldığımda bile burnumda tüttü hasretleri. Onlar da bana çok iyi arkadaşlık ettiler doğrusu. İnsan bir arkadaşında ne yaşarsa kedilerle daha fazlasını yaşayabilir, yalnızlığı da, kederi de, sevinci, mutluluğu, merhameti, şefkati de. O yüzden kediler fazla bağlıyor bizi kendilerine, bazen de benim örneğimde olduğu gibi ‘geç buldum, çabuk kaybettim’ durumu hasıl oluyor ki galiba en acısı da bu. Mısır’ın yitimiyle ilgili olarak Radikal’da ‘Açık Mektup’ köşesinde bir yazı yayımlamıştım. Sağolun sizin de aralarınızda olduğunuz pek çok ahbap başsağlığı dileklerini ilettiler. Bu arada çok şaşırtıcı bir ‘mail’ de geldi. Son 10 yıldır titiz şiir yazılarından ve şiirlerinden doğru adını bildiğim biri yazmıştı bu maili. Mısır’dan 2 gün sonra da çok sevdiğim şair Doğan Ergül’ün vefat haberi gelmişti. Bu ‘arkadaş’, benim yazımda Doğan’la ilgili tek satır olsun yazmayışıma esef ederek, ‘şairler de kediler kadar önemlidir’ diye bitiriyordu sitemini. Bir yanıt vermedim, veremedim. Doğan’ın hayattayken göremediği ikinci kitabı “Uykulu Yağmur”un arkakapak yazısını yazdığımı, Doğan’la ilgili yazmak için bir-iki güne kadar çıkacak o kitabı beklediğimi, bu arkadaşın beni hiç tanımamış olduğunu filan yazmadım elbette, ama çok üzüldüm. Benim çoğu şair için onlar hayattayken yazdığımı, ölümleriyle ilgili, Tanrı hepsine gecinden versin, pek çok yazım olduğunu bilmeden bana sitemde bulunmuş. Öte yandan, şairler ve kediler arasında bir önem ve değer sırası gözeten son cümlesi de çok yaraladı beni. Yani böyle bir cümle kurulabilir mi ? Elbette Doğan Ergül, bırakın şair olmasını, bir insan olarak önce çok değerlidir ve çok acı bir kayıptır ve sevdiğimiz, yitirdiğimiz her şey bizim için değerlidir, insan, şair, kedi, köpek. Bu arkadaşın yazdıkları Doğan’ı da, Mısır’ı da üzdü diye düşünüyorum, keşke biraz sabırlı olsaydı ! 

YETİMLER GAZELİ” inde, hepimizi (biz gibi hissedenler için) derinden yaralayan, Hrant Dink için yazdığınız gazel ve 73 şairin ortak olarak kaleme aldığı “Yetimler Ağıdı”nda makta size ait... 

aslında ne Türk’üz, ne Kürd’ üz, Ne Ermeni’yiz 
öyle bir babamız var ki Hrant, hepimiz yetimiz” 

Ve “YETİMLER GAZELİ” inde, derin acıyı, derin hüznü ve derin sevgiyi dile getiriyorsunuz. Yüksek sesli şiirler yazmadan da, isyanı, mütevaziliğinizle dile getiriyorsunuz. 

Hrant Dink, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir yurttaşıydı. Bir ülke yurttaşlarını kimliklerine göre ayırmazsa, o ülkenin yurttaşları da farklı kimliklere saygı gösterirler. Ben ‘birarada yaşama kültürü’nden, farklılıklarımızla, farklı kimliklerimizle birlikte yaşamayı anlıyorum. O yüzden farklılığa karşı işlenen bu cinayet, çoğumuz gibi benim de içimi yaktı. Devletin bazı kurumlarının Hrant’ın ‘Ermeni’ oluşundan dolayı gösterdiği ‘negatif ayrımcı’ tavrı da bu acıyı artırdı. Hele kendilerine ‘solcu’ diyen bazı siyasilerin de, benim de aralarında yer aldığım 73 şair tarafından yazılan “Yetimler Ağıdı”nın ABD’nin emriyle yazıldığını söylemesi acımıza acı kattı. Bu konuda daha fazla söyleyecek söz bulamıyorum. Hrant’ın katledilmesinden dolayı ziyadesiyle üzgünüm, onun için üzülenleri ABD uşağı olmakla suçlayan kişilerle aynı ülkede yaşadığım için de utanıyorum. 

Ve üçüncü bölüm “Bİ’ DOLU” gerçekten öyle! Kimler yok ki, “MEHMET TANER”, “ERAY CANBERK”, “SUREYYA BERFE”, “LATİFE TEKİN” ve “FERGUN ÖZELLİ” ye yazdığınız akrostiş… Öteden beri söylene gelir ki, şairler, sanatçılar kıskançtır, çekemezler birbirlerini. Fakat siz bunun tersini im’liyorsunuz. Hassas bir vefa ile üstelik. 

Ben, şiirin şiire bakarak yazıldığına inanırım ve bu topraklarda eskiden yeniye yazılan her şiir beni etkiler. Yalnızca büyük ve usta şairlerin değil, ilk kez şiirini okuduğum, ‘çiçeği burnunda’ bir şairin bile bazen bir şiirinden, bazen bir dizesinden etkilendiğim olur. Hem bir başkasının şiiri beni etkilemiyorsa, kışkırtmıyorsa niye şiir yazayım ki ? Üstelik şairler, hayatın da, edebiyatın da ‘azınlık’ları arasındadır, bilirsiniz, o yüzden hem şiirlerini hem de şairlerini severim. Bazı şairler kendileriyle, yazdıkları şiirle övünürler, doğaldır, haklarıdır, övünebilirler, bense sevdiğim şairlerle, şiirlerle övünürüm, onları överim. Üstelik kapitalizme karşıysak, çoğumuz solcu olduğumuzu iddia ediyorsak, rekabet, kıskançlık, çekememezlik gibi, solun değerlerine ters kimi hırs ve zaafları da kendimizden başlayarak azaltmamız, yok etmemiz gerekmez mi ? Şair olmaktan önce, bir insan, bir sosyalist olarak ve içinden geldiğim kültürün paylaşımcı felsefesini taşımaya çalışan bir ‘talip’ olarak, şiiri de bir ‘Kırklar Cemi’ olarak algılarım. ‘Cem’de ‘haset’ olmaz, kibir, kıskançlık olmaz. Yani doğal olanı korumaya ve sürdürmeye çalışmaktan başka bir şey değil benim yaptığım. 

ON DAKİKA ARA” dördüncü bölüm, sinema. “Le Poéte Regante”, “Gurbet Kuşları”, Eski, Yeni, Ödünç Alınmış Ve Mavi”. Büyük, beyaz perdenin büyüsü… 
Sinemaya, sinema sanatına ilginiz, şiirlerinizle sevdaya dönüşüyor. Bu sevdanın kalbinde yaşamayı, senaryo yazmayı düşündünüz mü? 

Hikâye gibi, sinemayı da şiirin kardeşi olarak görürüm. Hatta bazı filmleri ‘çağımızın şiiri’, bazı yönetmenleriyse ‘sinemanın şairleri’ olarak nitelerim. Çok sevdiğim ve hayran olduğum bir sanat türüdür sinema, şiirin büyük ustaları gibi sinemanın da büyük ustaları vardır. Bu saygımdan ötürü, onları ‘iyi bir izleyici’ olarak tutkuyla, merakla, hayranlıkla izlerim ve yine bu saygının gereği olarak da asla senaryo yazmayı düşünmem. “On Dakika Ara”da olduğu gibi çok sevdiğim, çok etkilendiğim filmlerden hareketle şiirler yazmak bana yetiyor. Bu diziyi sürdürüp ilerde “On Dakika Ara” adıyla bir kitap oluşturmayı düşünüyorum. 

13.Yeşilçam’ın çok iyi filmleri de vardı, ayrıca çoğumuz iyisiyle kötüsüyle o filmleri izleyerek sinema sevdalısı olduk. Lütfü Akad, Metin Erksan, Yılmaz Güney gibi büyük yönetmenler kuşağına günümüzde eklenebilecek adlar da var artık. Özellikle son 10 yıldır Türk sineması, bir tür ‘bağımsız sinema’ hareketi gibi çok iyi yönetmenler ve filmler çıkarıyor. Gerçi onların da iyi şiirde olduğu gibi seyircisi az ama, yılmadan film çekmelerini de şairlerin kitap çıkartmalarına benzetiyorum. Şiir kitaplarının 200-300 satmasına rağmen, şairlerin heveslerinin kırılmaması bence muazzam bir tutku ve direnmeyle açıklanabilir. Yeni yönetmenlerin çoğunun durumu da aynı, onlar da 10-20 bin seyirci toplayabilmelerine rağmen, çizgilerinden taviz vermeden yeni filmler çekiyorlar. Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan, Reha Erdem, Derviş Zaim, Semih Kaplanoğlu, Yeşim Ustaoğlu gibi yönetmen arkadaşları da bu anlamda birer ‘şair’ olarak görüyorum. 

Mavi Gözlü Dev” filmiyle ilgili ne düşünüyorsunuz? 

Bir defa Nazım Hikmet’le ilgili bir filmin çekilebilmiş olması çok önemli, müthiş mutluluk verici bir olay. Öteyandan büyük sanatçılar ve liderler üstüne film çekmek de hem zor, hem de cesaret gerektiren bir şey, çünkü mutlaka çok eleştiri alır. “Mavi Gözlü Dev” filmini bu zorluklara rağmen, eli yüzü düzgün bir film ve türünün öncüsü bir çalışma olarak değerlendiriyorum. 

Bir film çekecek olsanız, hangi şairin hayatını ya da hangi romanı çekerdiniz? 

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Huzur”, Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanları ile Ece Ayhan ve Cemal Süreya’nın yaşamlarını filme çekmek isterdim. 

BEN BAŞKASININ DİLİ OLSAYDIM” 

Ben başkasının dili olsaydım 
ezik sözler arasında bir delidil bulurdum 
kırılmış kolyesini arayan inciler gibi 
gözyaşlarımı toplardım, o rüyadan uzakta ve yorgun” 

BAŞKASININ ŞİİRLERİ” bölümünde, başkalarının yerinde olunduğunda daha iyisini yapabilirliğin bireysel övüncü değil, bu bölümdeki şiirleriniz. Haydar Ergülen oluşunuzla ve şair Haydar Ergülen oluşunuzla, hayata, insana dair ne varsa daha zorlayıcı, daha derin ve ulaşılmazlığın belki de imkansızlığın büyüsüyle “Ben Olsaydım” mı diyorsunuz? 

Evet, ‘başka bir dünya mümkün’ olduğu gibi ‘başka bir hayat da mümkün’ diye düşünüyorum. İnsan yapamadıklarını, düşlerini belki bir ‘başkası’ olarak yapabilir, gerçekleştirebilir. Kendimizi ‘öteki’nin yerine koymak bize daha fazla insan olabilme imkanı sunabilir. Dediğiniz gibi ‘imkansızlığın büyüsü’yle büyülenmek de bir imkandır, aynı zamanda insanın olabileceği insan olma yolunda umutsuz da olsa çaba göstermesidir. Keşke ‘Ben Başkasının Şairi Olsaydım’, o zaman bu sorunuza daha esaslı bir yanıt verebilirdim belki ! 

(Bir Kızılderili Şiiri)” ile başlayan “AY ANTOLOJİSİ” bölümü, on iki ay’a ait kimi mani, kimi haiku, kimi ise kısa şiirlerden oluşmakta. 

Ocak 

Yazla yıkanmış elma 

caneriği olur seninle 
güzün yıkadığı üzüm 
ansuyudur sevgiyle 

(Eski İran Şiiri)” 


Her ay’a bir şiir ama, her şiirin parantez içi farklı aidiyetleri de bulunmakta. 

Örneğin; “Haziran” şiiri, “(Eski Bizans Şiiri)” gibi… 

Şiiri dediğim gibi sık sık ‘başkasının yerine’ yazdığımı düşünürüm ya da öyle yazmak isterim. Biliyorsunuz, başkasının yerine yazdığım iki kitabım var, “Hafız ile Semender” adlı toplu şiirlerimin 2. cildinde yer alan iki kitap. Biri Lina Salamandre adıyla, bir kadın şair yerine yazdığım “Kabareden Emekli Bir Kızkardeş”, diğeri de Hafız adıyla yazdığım “Hafıza”. ‘Ay Antolojisi’ni de bir kaç yıl önce Radikal Kitap ekinde aylık olarak yazdığım “İtina İle...” başlıklı şiir yazılarımın içinde yayımlamıştım. Bunlar bir şairin yerine değil, ‘anonim’ olarak yazdığım şiirler. Farklı kültürlerden, farklı zamanlardan, farklı şiir tarzlarına göre yazdım. Şiir insanın en eski arkadaşıdır, yoldaşıdır diye düşünürüm, bu düşünceme ve dünya görüşüme uygun olarak da, şairi öne çıkarmayan, onu yüceltmeyen, şiirin daha önemli olduğunu göstermek için imzasız yazdığım ‘anonim’ şiirler bunlar. Şiirin de ‘anonim’ olması gerektiğine inanıyorum, biraz da onun arayışı diyebiliriz. 

İYİLİK”, “ÜÇÜNCÜ SEVGİLİ”, “KIRMIZI ŞİİR” ve “AŞK İÇİN ÜÇ AKROSTİŞ” bölümü… Sevgili eşiniz, İdil Ergülen'e, yazdığınız akrostiş şiirler. 

Mutlu Aşk Yoktur” diyen, Louis Aragon'un aksine aşkın, sevgilinin yüreğinize doldurduğu huzuru ve coşkuyu buluyoruz şiirlerinizde… 

Evet, “Mutlu Aşk Yoktur”, Aragon’a hak veriyorum ama, aşkla mutlu olmak vardır, aşk bizi yalnızca sevinciyle değil, kederiyle, acısıyla, ayrılığıyla da mutlu edebilir. Tıpkı şiir gibi. Sözgelimi benim yazdığım şiirlerin çoğu kederlidir, bu kederi yoğun bir biçimde aktarabilmişsem, okuyan bir kaç kişi de bundan payına düşen kederi duyumsayabiliyorsa, o şiir beni mutlu eder. O zaman, bu keder de olsa, birilerinin ihtiyaç duyduğu şeyi karşılamış olduğumu düşünürüm. Aşka da böyle bakıyorum, yani onu her şeyiyle yaşamak, sevinciyle, acısıyla, ayrılığı ve buluşmasıyla yaşamak, aşk içinde olduğumuzu gösterir, aşk bize bu anlamda mutluluk verir. “Eskiden Terzi” kitabımda yer alan ‘Beni Aşka Terkettiğin İçin Seviyorum Seni’ şiirimin başlığı da, ironik bir biçimde bu mutluluğu dile getirir zaten. 

Haydar Ergülen şiirlerinde baskın renk genellikle mavi diye düşünürüm. Fakat kırmızı ihtirası simgelerken, “Kırmızı Şiir”de, yine mavinin o sakinliğine dönüşüyor, kırmızı… 


Demek ki benim tutkum da, ihtirasım da sakinlikmiş. Kırmızıy'ı yazarken bile mavi'ye dönüşmesi de bu yüzden sanırım. Kim bilir belki şairler de renk körüdür! Eh, aşkın gözü kör olduğuna göre şiirin gözünün de kör olmasında bir sakınca yok bence! Kitabın sonunda, 4 yıl önce yitirdiğim babam için yazdığım bir şiir var, “Mavi Hasan, Mavi Usta”, o şiirin sonundaki dizelerden biri şöyledir:”Başı kızıl, içi mavi bir yol sürerler...” Sanırım yazdığım şiirin rengini de açıklıyor bu dize. 

20, Sorunun cevabı da kendisi aslında:’n’dir Haydar Ergülen. Adından, imzasından, varsa ağırlığından kurtulmak gibi bir şey bu, hele ‘şair’ olarak mutlaka kurtulmamız gereken bir şey. Yalın, doğal, basit ve hatta sıradan olma arzusu. Ya da hiçbir şey olmama duygusu. 

N’EYİM BEN 

Pazartesi : Haydar Ergülen 


Salı : aydar rgülen 


Çarşamba : ydar gülen 


Perşembe : dar ülen 


Cuma : ar len 


Cumartesi : r en 


Pazar : n 



İniyorum gün günden 


adımdan, şiirimden 


‘n’eyim ben 


‘n’edir Haydar Ergülen "



ÜZGÜN KEDİLER GAZELİ” şiir kitabınızın, yedinci ve son bölümü olan “DİĞERLERİ” şiirleriniz… Örneklediğim şiiriniz geçtiğimiz yıl yayımladığınız “Yağmur Cemi” kitabınızda da yer almıştı. Sizde, cevabı var mı? 

n’dir Haydar Ergülen” 

Halini ve haddini bilmek de diyebiliriz buna. Tıpkı yukarıdaki şiirin bitiş dizesi gibi:’n’ olmak. Ama Türkçe okunması şartıyla, yani ‘ne’ olmak diye, yoksa şimdi moda olduğu gibi yabancı dilde okursak harfi, ‘en’ olmak gibi bir şey çıkar ki, doğrusu hayatta da, şiirde de aklıma bile getirmediğim bir şeydir bu. Yazdığım şiirin derinliğini (yani derin olmadığını) ve sınırlarını (fazla geniş değildir) az çok bilecek bir yaştayım, kalırsa 3-5 şiirim kalır, onlar da bir zaman okunur belki. Ne bugüne ne geleceğe kalmak gibi bir derdim, çabam, hevesim yok. Büyük ve iyi şairleri iyi okumaya çalışan bir ‘şair’im ve onların şiirleri bana ömrümün sonuna kadar yeter. Bu yüzden bu ne kendime dair bir eleştiri ne de bir çözümleme, sadece kendini, haddini, halini ve şiirini bilmekle ilgili bir durumdur. Hiç şiir yazmasam da olurdu ama yazmış bulundum bir kere. Yani kısacası; Haydar Ergülen şiir yazmasaydı Türk şiiri hiçbir şey kaybetmezdi, bir eksiği de olmazdı. 

Üç aylık, “Hapishane ve Edebiyat Dergisi” alt başlığıyla yayımlanan, “Mahsus Mahal”in “Arkadaşça” sayfalarındaki “Değerlendirme”lerde; şiirleri, denemeleri, hikâyeleriyle onlarla bir anlamda, edebi birlikteliği paylaşıyorsunuz. Neler düşünüyor ve neler hissediyorsunuz? 

Mahsusmahal’ siyasi ve adli, tüm tutuklulara yönelik bir edebiyat ve şiir dergisi. İçerde, her zamankinden daha çok sayıda şiirle, edebiyatla uğraşan insan var. O yoksunluk içinde yazdıklarını okumaya, bir-iki söz söylemeye çalışıyorum. İçlerinde gerçekten de çok iyi şiir, hikaye, deneme yazan arkadaşlar var. Dışarda şiir yazan, edebiyatla uğraşan genç insanlarla nasıl ilgileniyorsam, içerdeki arkadaşlarla ilgilenmeyi de bir görev ve sorumluluk olarak görüyorum. 

Mayıs ayının ilk haftası, Arnavutluk’ta düzenlenen, “ Poeteka Uluslararası Şiir Festivali”ne, Bulgaristan, İngiltere, Yunanistan, Almanya, İtalya, Romanya, Rusya ve ABD’den 80 şairin katıldığı bu festivalde, Türk şairi olarak bulundunuz. Festivalden ve yaşadıklarınızdan bahseder misiniz? 

Balkanlar’ı çok severim, coğrafya olarak da ruh iklimi olarak da. Arnavutluk’ta da komşu Balkan ülkelerinden, bir kaçını önceden tanıdığım şairlerle dostluğumuzu geliştirmeye çalıştım. Sanırım şiirlerimden bir seçme kitap yayımlanacak Arnavutluk’ta önümüzdeki yıl. Ben de bir kaç şairden, İngilizce’den, biraz çeviri yapacağım. 

Son günlerde görsel ve yazılı basından gözlemediğim kadarıyla, popüler kültürün kendini yok etmeye başladığını, kültür ve sanatın yeniden yükselmeye başlayan ayak seslerini duyduğumu söyleyebilirim. Ve elbette günümüzde yaşadığımız, siyasi dalgalanmalar, 80 sonrası sessizleşen, kendi içine dönen halkın bir anlamda silkinmesine vesile oldu ve halk, kendisine dayatılan popüler kültürün yozlaştırdığını fark edip, daha seçici olmaya yöneldi. Her ne kadar bunun sonucu görebilmemiz için zamana ihtiyacımız olsa da, kültür ve
sanat alanında öğrenme ve merak yetisiyle hareket ettiğini, düşünüyorum. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? 

Yine de 5-10 bin kişilik bir topluluğun içinde dönüyor sanat da, edebiyat da, şiir de. Kitap satışları artıyor ama, bu kitapların çok azı edebiyatla ilgili. Yakın tarih, anı ve biyografi kitapları, komplo teorileri, bolca tarih soslu romanların sayısı ve okuru artıyor. İyi edebiyat, iyi şiirse maalesef her zamanki gibi belli bir azınlık tarafından okunuyor. 

Her zaman iyi bir okur oldum. Sadece kitap okuru değil, ciddi edebiyat dergilerinin takipçisiyim. Gençlerin, dergilere ve şiir, öykü, roman, yarışmalarına yoğun ilgilerini gözlemliyorum. Sonuç her ne olursa olsun, gençlerin küsmediklerini aksine daha da istikrarlı olduklarını düşünüyorum. Edebiyat etkinliklerinde de, aynı derecede varlık gösteriyorlar. Gençlerin böylesine edebiyatın peşinde olmaları konusunda ne düşünüyorsunuz ve onlara gözlemlediklerinizle, önerileriniz neler olabilir? 

Şiir ve edebiyatın onlarla başlamadığını bilmeleri, çok okumaları, yazmaktan daha çok okumaları, sanatın diğer dallarını da ihmal etmemeleri, sinema, tiyatro, müzik, resimle ilgilenmeleri, ülkenin ve halkın sorunlarına karşı duyarlı, gerektiğinde müdahil olmaları, bir de etkilenmekten asla korkmamaları... Bunları söyleyebilirim. 

Şairlere ‘Kelimelerin Tanrıları’ derim ve Tanrı’ların işleri çoktur. 
 Zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz… 

Ben de bu zevkli söyleşi için çok teşekkür ederim. Yalnızca ‘Üzgün Kediler Gazeli’ni değil, bütün şiirlerimi, yazılarımı kuşatan bir araştırma yapmışsınız, kapsamlı ve isabetli sorular hazırlamışsınız. İnceliğinize, ilginize yürekten teşekkürler. 


Koridor Dergi / Nisan Serap