14 Şubat 2015 Cumartesi

ŞİİRDEN ŞİİRE - XII Ahmet Günbaş

Geda – Nisan Serap MURATOĞLU, Artshop Şiir, 1.basım, 2009 

“Evet, geçti...” diye özetlemiş Muratoğlu özgeçmişini yapıtının ön yüzünde. Anlaşılan, delip geçmek koşutluğunda solgun renklere boyanmış aradaki zaman... Beklentiler yosun tutmuş, umutlar savrulmuş.. 

Yaşından, mesleğinden, öteki yapıtlarından, yazdığı dergilerden, kısaca her şeyinden habersizim Muratoğlu’nun. Ama ben onu Şiirbaz bültenlerinden tanıyorum, şiire âşık biri olarak. Zaten ilk şiirine başlık yaptığı Hayatbaz yakıştırması da şiire denk düşüyor. Çünkü orada annesi ‘düş’, babası ‘gerçek’, “kendine batan” sıkıntılı biri var. Eh, insana bir şeyler batacak ki adı şiiri olsun, öyle değil mi? Sürgit dinginlikten, yapay dengelerden bize ne? O halde hüzünlü bir fotoğrafın flu görüntüsünden yakalamaya çalışalım kimliğini: 

“Yalana karışmış sokağın ortasında 
Yama tutmayan hayatı giydim
Melek sırtı yaşıyorum 

Yüreğime değen acı dillerin
Bereketiyle besleniyor şiirim
Benim adım 
Hayatbaz...” (s:6) 

Yaşanılıp geçilenin içinde paranteze alınmayacak denli duyumsatılan yıkım her neyse, yaşam anlamını yitirmiş durumda. Bu da denge sorununa yol açıyor tinsel açıdan. Engin Turgut’un saptamasıyla, “güz kokan şiirler” yazıyor şair. Gri fonda gezinen şiirlerde yeni bir denge arayışından söz edebiliriz. Yaşama can suyu veren aşk karşısındaki ağır yenilgi tarumar eylemiş tüm ilişkileri. 

Ama eldeki sonuçlardan başlıyor yeni denge arayışları. Öncelikle “aldanmak pahasına inanmak” yolunda ısrarlı yenilgi sahibi. “inanmak, aldanmak / istiyorum // tanrı”(s:8) diye yakarması bundan. Asıl felaket, onu dünyaya bağlayan inançlarının yitmesi; görünür anlamda tutunma gayretlerinin boş çıkması... 

“Yenilgi değil / kabulleniş belki de” (s:13) geri çekilişinde, tüm kıyılarının siyaha boyandığını gözlemleyebiliyoruz. Fenerlerinden belki en önemlisi, annesi yok artık yanında. Cemal Süreya söylemiyle sığındığı dizeler bıçak keskinliğiyle ürpertiyor insanı: 

“sahi
‘sizin hiç anneniz öldü mü’
dokundunuz mu
soğuk ve kaskatı göğüslerine 

‘benim öldü’ 

bu yüzden
yüzümdeki
toprak sızı...” (s:15) 

Avuçları boş kalan Geda kederiyle “...Bir daha yıldız toplamayacağım / Gözlerinden anne! Bu da son sözüm” (s:17) dense de, biraz ileride “Annemin yıldız tokalarında / Aklımın kalışlarıyla karşılıyorum / Bıraktığı yerde hayatı” (s:23) tasarımı, anne izlerinin ölümsüzlüğüne getiriyor sözü. “Kesildi annemin sütü / Tanrı’nın gözünde /Küçüldüm” (s:78) çığlığındaki boşluğun kederi, göklere çıkarıyor anne kutsallığını. Ama şu inançların yitirilmesi konusu güncelliğini koruyor “Hayata dair bir şey söyle / Ölüme inanayım” (s:27) belirsizliğinde. Ona göre ölüm, içi doldurulan yaşam sevincinin anlamlı bir şekilde noktalanmasıdır. Ve yaşanmamışlık acısı her acının üstündedir. Asla onarılmaz, otarılmaz... Karşılığı “yıllanmış ölü”dür onun. Yanlışların temelinde de anne vardır “Beni bir kuzgun büyüttü anne / Sen adına hayat dedin” (s:60) saptamasıyla. Yakarıların adresindeki o meçhul sevgiliden istenen birazcık yaşamaktır aşk çekirdeğinin filizlenmesine bağlı kalarak: 

“razıyım cehennemine
beni yaşamadan
ölme!” (s:29) 

Bir insanı yaşamak, önemli bir derinlik bağışlamalıdır hoyratlığın kıskacında. 

Öyle ki Bukowski’yi itirafa zorlayan bir açılımdır bu. 
Özellikle aşksızlık, imgeden kovulmuş gibi yansır gizemli iç dünyasından: 

“Kaç kadın aşağıladı seni
Kaç şiiri yaktın gecenin koyununda 

Kaç imgeden kovuldun
Bırak palavrayı Bukowkski” (s:32) 

Benzer içtensizlik Cemal Süreya’ya adanmış Ha Ha Ha şiirinde, 70’li yılların tek boyutlu gençliğinin görünür eksikliği olarak dile getirilir “Aşklara çırılçıplak soyunacağız” (s:34) özlemiyle. 

Aşk farkındalığı, “Ben gecenin utanmazlığını sevdim”le (s:41) özdeş tutulur. Gündüz gözüyle gerçekleşemeyen ilişkilerin geceye taşınarak kotarılması biraz da kaçkınlık kokar. “Utanmazlık” sözcüğündeki ironi ise, doğal olana göndermedir aslında. Aşkın utanılır bir yanı olmasa gerektir. Hatta üstüne üstlük sevgiliye teşekkür edilir mucizevi anlamda Ülkü Tamer gibi! Sevgili gitse de bireyi aşan bir kullanım değeri vardır aşk çıngısının. “Dağınık / Halk ezgilerine karışırdı sesin /Özlerdi uzak ülkeleri / Köklerin” (s:65) işlerliği ne yazık ki “olmadı / beceremedik bu yüzyıl / sevişmeyi” (s:56) başarısızlığıyla gölgelenmiştir. Yüzyıllık beceriksizliğin altında kuşağının acıları yatar Muratoğlu’nun. Onlar ki aşka bulaşmadan göçüp gitmişlerdir körpecikken. 

Sözcükleri ağzından dökülüveren nahif bir yapısı var Muratoğlu şiirinin. Gerek özünden kaynaklanan içlenmeler, gerekse sevdiği şairlerle kurduğu bağlar, uçu açık bir biçeme götürmüş onu. Şiir katında “Ve rayların arasında solan papatyaların / Unutulan ağıtlarını” (S.72), “ağrılı göğün doğurduğu / ilkgün” (s:48), “ağaca döndü yüzümüz / yeşil bir fırtına bu” (s:30) örneği incelikli buluşların yanında safra sayılabilecek kuru söyleyişlere de düşebiliyor. Öyküleme sürecinde imgeyi öteleyen ‘gibi’ edatlarını bolca kullanıyor. Salt istediği anda sıkı bir şair olarak da göze çarpabiliyor kimi şiirlerinde. 

Kısaca Geda’dan sonra - yürüyüşünü sürdürürse - beklentileri ışığında tersine bir kimlik gelişecek Muratoğlu’nda. 

( Eliz Edebiyat, Ağustos 2009, sayı:8 ) 

Hiç yorum yok: