14 Şubat 2015 Cumartesi

Cezmi Ersöz'le Söyleşi Kadınca Dergisi (Kasım-2004)

Yazıları ve yaşam tarzıyla aykırı bir yazar 

Ve Leman Dergisindeki yazarlarıyla da sıra dışı bir yazar Cezmi Ersöz: 

“Mesela Türkiye’de kadın recm yapılırken Sertap Erener’ Eurovisyon’da 1. oluyor. Alangör’de kadın çarşaf içindeyken, Süreyya Ayhan Avrupa şampiyonu oluyor. Türkiye’nin bir yanı orta çağda iken, bir yanı Avrupa’yı yakalamak üzere... Soruyorum size: Acaba kaç Türkiye var?” 

“Üniversite yıllarım öğrenci olaylarında siyasi çatışmalarının en kanlı olduğu siyasi 

çatışmalarının en kanlı olduğu zamanlardı. Gençliğim morglarda, mezarlıklarda, cenaze törenlerinde, nezarethanelerde geçti. 

Hemen her hafta gözaltına alınırdım, her hafta bir arkadaşımızı kaybederdik. Böyle 

bir gençlik hazin bir gençlik tabi..” diyor. 

“Birçok iş sektöründe çalıştım; oyunculuk, çaycılık, pazarcılık, muhasebeci yardımcılığı, yapmadığım iş kalmadı. Dolayısıyla hayatın içinden geliyorum. 

Baba parasıyla bir yerlere gelmiş biri değilim; arkamda holdingler, lobiler yok. 16 yaşından beri ekmeğimi taştan çıkartıyorum, kimseye de hesap vermiyorum” 

“Babam altın kalem hediye etti, şimdi yazdıklarıma dair ödüller alıyorum ama altın kalemin anlamı bambaşka" 

Bu cümleler sözcüklerle gönülleri titreten usta yazar Cezmi Ersöz’ün kalemine ait. “Bir garip motivasyondu gençlik yıllarım” diyen kelimelerin üstadı Cezmi Ersöz, gönül kapısını Kadınca okurlarına açtı. Bir solukta okuyacağınız söyleşisiyle yazar en özellerini dobra dobra açıkladı.

NSM:Babanızla etkileyici ve unutulmaz bir Kabataş Erkek Lisesi anınız vardı.. 

C.Ersöz:Evet, Kabataş erkek lisesinde okutmayı çok istemişlerdi. Babam hastaydı, ayakları şişmişti. Makasla pantolonunun paçalarını kesmiş ve ayağında terlik vardı. Çok komik görünüyordu. Emekli bir albay fakat cebinde parası yok. Müdür, "çocuğu yatılı verin" demişti. Ev Suadiye’de okul Ortaköy’deydi. O zaman köprü de yok. Gidiş-dönüş 4 saat ama yatılı parası da yoktu. "Gündüzcü olsun, gitsin-gelsin" demiş babam. Tartışmışlar, Müdür, "Almıyoruz çocuğunuzu okula" deyince babam çıkarmış beylik tabancasını müdürün masasına koymuş: "Alıyor musun almıyor musun?" Odadan kıpkırmızı bir suratla çıktığında, "Gemileri yaktık oğlum" dedi. "Baba ne gemileri?" diye sorduğumda, "Oğlum durum ciddi" demişti. Küçük çelimsiz bir çocuktum, kaydımızı yaptırdık, girdik okula. İlk dönem iki zayıf geldi karneye. Hiç unutmuyorum, babam "teessüf ederim" demişti. Ben de, "Ulan bu okulda birinci olcam" dedim kendi kendime. Çünkü babam gurur savaşı vermiş, gemiler yakmış, onuruyla yaşamış biriydi. Hem subaylar tabancalarını çıkarmaz ömürleri boyunca bir veya iki defa çıkarırlardı. O’nun misyonunu yükleniyordum. 

Ve okulu birincilikle bitirdim. Babam hastaydı, Askeri Hastanede yatıyordu. Karnemi ve takdirnamemi alıp gittim. Baba oğul biraz resmi konuşurduk, "Tebrik ederim sizi" diyen babam altın bir kalem hediye etti. Şimdi yazdıklarıma dair ödüller alıyorum ama o an yaşadığım haz bambaşkaydı. 

“Kendimi birden bire 

çatışmaların içinde buldum” 

Üniversite yıllarınızda da aynı iddiayı sürdürdünüz mü? 

İstanbul Siyasal Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi ve Siyasi Bilimlere 1970 yılında girdim. Dönemimiz 77-81 arasında üniversitelerin, öğrenci olaylarında siyasi çatışmalarının en kanlı olduğu zamanlardı. Gençliğim morglarda, mezarlıklarda, cenaze törenlerinde, nezarethanelerde geçti. Hemen her hafta gözaltına alınırdım, her hafta bir arkadaşımızı kaybederdik. Böyle bir gençlik hazin bir gençlik tabi.. 

Çok riskli günler yaşadım; defalarca ölüm tehlikesi atlattım. O dönem herkes öyleydi ve hayat sizi götürdüğünde ona karşı konulamıyordu. Uzakta kalamıyorduk. Garip bir motivasyon olayıydı ama son yıllarda çok anlamsız gelmeye başlamıştı. Bu çatışmalar, kanlı olaylar soğutmuştu. Aslında kişisel olarak şiddetten hoşlanmıyordum ve anlamsız gelmeye başlamıştı o çatışmalar, kavgalar. Aslında üniversite deyince aklıma psikoloji, felsefe geliyor ve sanatla ilgilenmiyordum. Çok ağır ve katı bir liseden kurtulmuştum onun rahatlığı vardı. Birden bire kendimi Siyasal Bilimler’de çatışmaların, kavgaların içinde buldum. O zaman kız arkadaşlarımla cinsellik içeren bir sevgi yoktu; çünkü ayıptı, flört etmek burjuva işiydi. Kız arkadaşlarımız genellikle sakallı ve bıyıklıydı; onların makyaj yapması bile iyi karşılanmıyordu. Vurduklarını indiriyorlardı. Cinsellik ahlaksızlık olarak görülüyordu hala 2004 yılındayız ve görüyorum ki bu anlayış hala gündemde. 


“Karnımda kitaplarımla” 


Edebiyat ve yazım tutkunuz nasıl başladı? 

Üniversitenin son sınıf döneminde, edebiyatçı dostlarla tanıştım, zaten ilgileniyordum. Beyazıt da birçok şair ve edebiyatçıyla beraber tartışırdık; geç saatlere kadar şiirleri, edebiyat kuramlarını konuşur, değerlendirdik. Bir de şiir dergisi çıkardık o dönem: Üç çiçek, Efe... Askerliğimi yaptığım Kıbrıs’ta sürekli okudum, karnımda kitaplarla dolaştım ama hiç yazmadım; yinede askerlikten nefret ettim. Tek defterim kitaplardı ama askerliğin bana öğrettiği bir şey vardı; o da halkımızın ve köyümüzün ne kadar yoksul ve ne kadar çaresiz olduğu. Gelen askerlerin çaresizliği, umutsuzluğu ve yoksulluğu, Türkiye üzerine yoğunlaşmamı sağladı. Hep kitap okurdum, yemeği subaylarla değil erlerle yerdim. Bu yüzden neredeyse mahkemelik oluyordum; ancak babam subay olduğu için dokunamıyorlardı. Tabur komutanım bir gün "Sen tezkere aldığında kurban keseceğim" dedi.


"Bana Türkçe Bir Ekmek Ver" adlı kitabınızda, hayatı, sistemi, özgürlüğü sorguluyorsunuz. Peki, ne sonuca vardınız? 

Kendime sorduğum soruların yanıtını yazdım oraya: Cevap yok. Özellikle Türkçe direktif yazdıklarında, Güney Doğu’ya ,Anadolu’ya yaptığım yolculukları anlattım; başıma gelenler, tanık olduklarım, karşılaştığım olaylar değil Kürt sorunu ağırlıklı bu kitap. Bu yolculukta çok acı çektim. Eğer yalnızca duymuş olsaydım, inanmazdım ama gördüm. Tabi ki, insan muhakkak çekiyor, bir Türk hisseder bunu dedim ve ‘Bana Türkçe Bir Ekmek Ver’ adlı kitabımı Güney Doğu halkına borçluyum. Barışa dair görevimi yapmış oldum. Barış için bu kitap gerekliydi, barış olmasa özgür de olamayız. Barışın ortasında kan gövdeyi götürürken aklımda ne aşk, ne sevgi, ne de iç dünyamız vardı. Savaş bitince de sevgiyi yok ettik. 


“Mungan hatalı, 

konuşmuyorum” 

İmza günleri ve söyleşilere gittiğinizde öğrenci evlerine konuk oluyordunuz ve kaliteyi düşürdüğünüz gerekçesiyle bu durumdan rahatsız olanlar vardı. Kızıyor musunuz böyle düşünenlere? 

Evet, bu kişi Murathan Mungan’dır. Hürriyet Gazetesi’nde ilk sayfada çıktı bu haber, çok kırıldım; halada konuşmuyorum, konuşmak da istemiyorum. Bir otelde kalmıştım daha sonra o beyefendiyi benden sonra götürmüşler konuşmak için, "O da köpeği bağlasanız durmaz" demiş. Sonra beni gördü, "Sen yazarlığı ucuzlatıyorsun" dedi. Bu yazarlığın ucuzlatılması değil, aksine bütünleştirilmesidir. İnsan istediğini yazabilir. Şuna inanıyorum ki bugün Türkiye’deki yazarlar geçmişte görmedikleri kadar saygı görüyorlar. Özellikle Anadolu el üstünde tutuyor. İnanılmaz bir ilgi, yakınlık ve hassasiyet var. Öğrenci evinde kalıyorum ama bir gün sonra süit odada kalıyorum; Hiçbir şey fark etmiyor. Bunu polemik konusuna çevirmek çok çirkin. 


Ayrıca, beni davet eden öğrenciler ve öğrenci derneği hiçbiri ayakta duramadı. Öğrencilerin paralarıyla ayakta duran bir derneğe beş yıldızlı bir otelde yer ayırtın demek çok doğru olmazdı. Birçok iş sektöründe çalıştım; oyunculuk, çaycılık, pazarcılık, muhasebeci yardımcılığı, yapmadığım iş kalmadı. Dolasıyla hayatın içinden geliyorum. Baba parasıyla bir yerlere gelmiş biri değilim; arkamda holdingler, lobiler yok. 16 yaşından beri ekmeğimi taştan çıkartıyorum, kimseye de hesap vermiyorum. 

“Bir kez daha yaşıyorum” 


"Yazarken kendi yüzüme tükürüyorum" diyorsunuz. Bunun anlamı nedir? 

Bu ifadenin anlamı aslında yazmaktır. Yazmak, bir ayrıcalık ve zor, belalı bir uğraştır. Akıllı bir insan olsaydım yazmazdım. Bir kere başlayınca ömür boyu süren, hiç bitmeyen bir uğraş olarak görüyorum yazarlığı. Kişilerin hakkını, acılarını konu eden bir yanı var. Ve yazarken bir kez daha yaşamak zorunda kalıyorsunuz. Günlük hayat sürüyor, eve geliyor ve yazmaya başlıyorsunuz; çünkü yine yaşıyorsunuz. Yazmak daha anlamlı bir yaşama sürecidir. Günlük hayatımızda birçok şeyi atlıyoruz, fark etmediğiniz kaçırdığınız birçok şeyi bazen yazarak hatırlıyoruz. Dalgınlıkla ya da telaşla görüp de fark etmediğimiz ya da algılamadığımız şeyler birden yazarken aydınlanıyor. Onlar aydınlanırken olaylar, insanlar, semboller, yüzler, mimikler, tavırlar ve sesler kendini hatırlatıyor. Yazarlar diğer yazmayan insanlardan 2-3 kat daha uzun ömür sürüyor. 45 yaşındayım ama 100 küsur yıl yaşamış gibiyim. Benim bir günü anlatmam yani başkalarının bir günü benim için 10 gün. 


“Beşinci sınıf insanlarız” 


Toplumumuz ve haklarımız için çıkarılması gereken yasalar şimdi AB uyum süreci için çıkarılıyor. 

Türkiye’de, Kürt, Laz, Çerkez ve Arap gibi milletleri Türkiye topraklarında yaşayan insanlar olarak görmüyorlar; onları yaratık olarak görüyorlar. Bir Alman polisinin gözünde ben bir yaratığım; zerre kadar saygı duymuyorlar, sıfırız gözlerinde! Bana böyle bakan adama, ben de farklı bakış geliştiririm. Önce bana insan olarak saygı duyulmalı. Türk ya da Kürt önemli değil, onlar için Avrupalı milletler ve aşağılık milletler var. Onlar için biz üçüncü ya da beşinci sınıf insanlarız. Çok ağırıma gidiyor bu durum! Türkiye’de ben de bir yazar olarak çok aşağılandım. 

Sinema tutkunuzun olduğunu biliyoruz, biraz da sinemadan bahsedelim. Türk sinemasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Üzerinde çalıştığınız bir proje var mı? 

Evet, sinemaya aşığım. Bazen sinema salonlarından hiç çıkmamak istiyorum. O sinema salonlarının büyüsü alıp götürüyor beni. Karanlık yerleri seviyorum. Senaryo yazıyordum; film sektörüne de girip çok küçük paralarla senaryolar yazdım. Yıllarca senaristleri üç kuruşa muhtaç ettiler. Çay parası dahi bulamayan senaristlerle karşılaştım. Senaryo bir filmin temel taşıdır, kalbidir. Yönetmenler kendilerini Allah sanırlar, ama her şeyi dedikleri kadar başarılı da yapamadılar. Türk sinemasının geldiği noktada yurt dışında yalnızca belli ödüller aldılar. Zeki Demirkubuz , Nuri Bilge Ceylan, Kutlu Ataman, Serkan Özpetek gibi yönetmenleri çok taktir ediyorum. Bir çoğu arkadaşım ama bunlar yalnızca bireysel çıkışları. Hala Yılmaz Güney sinemasının çok gerisindeler. Yılmaz Güney ayrı noktadaydı, o sinemayı doruğa çıkarmıştı. 


“Hakedilenler yaşanmıyor” 


Temelsiz inşaatlar gibi, her an çökmeye hazır... 

Bunlar da çökecek, çökmeye mecbur; çünkü alakasız insanlar oyuncu olarak getiriliyor. Özcan Deniz’in oyunculuğu fena sayılmaz ama birçok aktör parasız, aç sefil. Ama Özcan Deniz bölüm başına 40 milyar ücret alıyor. Bu paralar Yeşilçam’a, Türk sinema sektörüne aktarılsaydı, İtalyan sinemasına yaklaşır karakter oyuncularımız olurdu. Çok iyi, yardımcı oyuncularımız çok iyi yaşanan serüvenler çok değerli, büyük öyküler yazılıyor, renkli hikayelerimiz var ama yetersiz. 

Bugün yeni pop starlar yaratıldı. Mesela, Türkan Şoray bir baş yapıtta oynamadı. Avrupalı bir aktristi sitkomda göremezsiniz, tenezzül etmez. 

Benim bir projem var; bir oyun yazdım. Türkiye’de bir yazarın dramını anlatan tek kişilik bir tiyatro oyunu. Bunu kendim için yazdım. Bir yazarın dramı bu yazarın dramının ardında somut Türkiye, 70’ li yıllar, 12 Eylül, Özal dönemi, 90 lı yıllar, değişen ve gelişen Türkiye hepsi bir yazarın gözünde anlatılıyor. Oyuncu arıyorum bu projeye. Fikret Kuşkan’a ve Altan Erkekli’ye gönderdim; yanıt bekliyorum. Kimin kabul edeceğini bilmiyorum. Mesela Fikret Kuşkan çok yetenekli bir oyuncu. 5 yıldır inziva da Ege’de bir kasaba yaşıyor. Dilerim ikisinden biri kabul eder ve proje hayata geçer. Bir yıldır uğraşıyordum, sonunda bittirdim. Eğer proje hayata geçerse Mazlum Sümer müziklerini yapacak ve tüm dünyayı dolaşacak bir oyun olacak. Önce kendim oynamayı düşündüm ama oyunculuğun başka bir performans olduğunu anladım; çünkü yazmak başka psikolojiydi, oynamak daha da farklı. 


“Yabancılaşma ve kayıtsızlık başladı” 


Kayıtsızlık ve yabancılaşma konusunda ne düşünüyorsunuz? 

Bu sorun sadece Türkiye’nin değil, global dünyanın temel sorunlarından biri. Son yıllarda yayımlanan kitaplara, filmlere bakın yabacılaşmayı ve kayıtsızlığı işliyorlar. Buna ister teknoloji deyin, ister medya deyin, isterseniz paranın egemenliği deyin, ütopya etkisi deyin ama gerçek olan bu. İnsanların geleceğe dair umutları kalmadı ve ekonomik insan yaratıldı. Para insanı, 80’li yıllardan beri hayata geçirilmeye çalışılan bir projeydi başarılmış gibi görünüyor ama bu böyle gitmeyecek ve gelinen nokta bir kaos, adaletsizlik, dengesizlik, çevre kirliliği, savaşlara fırsat verecek. Dünyayı bir avuç terörist yönetiyor ama insanlık bunun böyle gitmeyeceğini gördü. Çevre formunda tartışılan konu, dünyanın ve insanın nereye gideceğini gösteriyor. 



“Medyaya alternatif” 



Siberalem dediğimiz, İnternet çağında günümüz insanını besleyecek, karşılayabilecek şiirler yazabilecek bireylerin varolabileceğinden umutlu musunuz? 




İnternet’i, haberleşme ve iletişim bakımından çok önemsiyorum. Ayrıca, günümüzün medyasına alternatif olduğunu da düşünüyorum. En yeni buluşlar, söylemler ve ilginç ilişkiler, yenilikler önce internette tartışılıyor. Giderek bu yönde çok büyük gelişmeler olacak ama dergi trajlarına baktığımızda çok komik sonuçlar alıyoruz. Bazı edebiyat dergileri var ki çok komik rakamlarda traj yapıyor ama yine o edebiyat sitelerinin web sayfaları günde 3bin, 5 bin kişi tarafından takip ediliyor, okunuyor. Evet internet ortamında yazıp paylaşmak güzel olsa gerek ama “Şiir yazıyorum” diyen insanların neden şiir kitabı alıp okumadıklarını da merak ediyorum doğrusu. İnsanlar sadece kendilerini görmek, okumak istiyor. Bir narsizim çağı oluştu, herkes kendini görmek istiyor; bu da tehlikeli bir nokta. Başka şairleri okumaz, tanımazsanız nasıl gelişecek şiiriniz? Herkes kendini çok önemli zannediyor, hatta “Tanrı” zannediyor; oysa hiç de öyle değil. Paylaşımlar, birliktelikler önemli. İlişki, iletişim gerekli ama herkes kendini “Tanrı” ilan ederse o zaman bu dünya Tanrı’dan geçilmez! 




“Türkiye kadın haklarını unuttu” 




Kadın hareketleri ile ilgili oluşum ve derneklerin kadın kimliği ile ilgili kazanımları sağlamada etkili olduklarına inanıyor musunuz? 

Türkiye Cumhuriyeti kadın-erkek eşitliğine göre kuruldu. Mustafa Kemal, Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı getirdi. Biz de hal böyleyken o tarihte İsveç’de kadınlar oy kullanamıyorlardı. Kadınlar için yukardan aşağı verilmiş bu aydınlanma projesine baktığımızda ilk meclise 16 kadın milletvekilini görürüz. Bugün baktığımızda ise, yüzde 4 olarak birçok Afrika ülkesinden daha da geride olduğumuzu görüyoruz. 


Geldiğimiz noktaya bir bakın; dünyada kız çocuklarını en az okutan toplumuz. Tabi ki, bu bir hezimettir, yıkım ve hayal kırıklığıdır. Recm, töre cinayetleri hala devam ediyor. Kız kardeşini yolda biriyle gören ağabeyler çekip silahını vuruyor. Bunu anlamak mümkün değil! Cumhuriyetin hayatımıza dayatılmış bir proje olarak belli zümrelerde tanınmadığını ve istenmediğini gösteriyor. 

Demek ki tek bir Türkiye yok; İstanbul da bir Türkiye, Şırnak da bir Türkiye. 


O zaman da başka Türkiye’leri konuşmamız gerekiyor. Yöneticilerin, yasa koyucularının, politikacıların şapkayı önlerine koyup düşünmeleri ve bazı soruları kendine sormaları gerekiyor: Kaç Türkiye var ve biz bu kadar çok Türkiye yapılmasına neden olan ne yaptık? Mesela Türkiye’de kadın rejm yapılırken Sertap Erener’de Eurovisyon’da birinci oluyor. 

Alangör’de kadın çarşaf içindeyken Süreyya Ayhan Avrupa şampiyonu oluyor. Türkiye’nin bir yanı orta çağ, bir yanı Avrupa’yı yakalamak üzere. Acaba kaç Türkiye var? Çok dinamik bir ülkeyiz, nüfusun yüzde 40’dan fazlası 25 yaşın altında. Dünyanın en genç toplumlarından biriyiz ama çözememişler egemenliği. Dünyanın en genç yaşamaya, mutluluğa, sevgiye, refaha aç bir milletiyiz. Önümüzdeki bentler kırılırsa çok büyük gelişmeler olacağına eminim. 


Şiirde dilin kullanımının kısır kalması ve şiirin gelişememesi, çıkışlar yapamaması konusunda ne düşünüyorsunuz? 


Çok da eski diyemeyiz ama eskiden değişik ekoller vardı. 1. yeni, 2. yeni gibi. Gerçi bunlar da zorlamaydı ama böyle ekoller yine de vardı. Son 10 -15 yıldır bu ekoller, büyük damarlardı ve kılcal damarlara ayrıldı. Birbirinden farklı şiirler yazıldı. Türkiye genel olarak baktığımızda, şiir olarak çok zengin bir ülke ama romanda aynı şeyi söyleyemem. Duyguları yoğun bir halkız, parçalanmış bir milletiz. Ancak, hangi sınıf olursa olsun, ister teklonoji, ister para hırsı, kapitalizm, isterse de globalleşme deyin bunlarla şov merakı ortaya çıktı, sahicilik ve içtenlik azaldı. 



“Herkes, başkasını yaşıyor” 



Size bir genç "Cezmi ağabey sizi okuduktan sonra işimi kaybettim, kız arkadaşımı kaybettim" demiş doğru mu? 


Evet, sahte hayatıyla yüzleşmiş. Şimdi hayata farklı bakıyor ve yaşadıkları O’nu bastırmış. Kendi hayatını değil başkasının hayatını yaşıyormuş. Başkalarının hayatıyla kendini yaşayan, başka gözlerle dünyaya bakan böyle çok kişi var. "Neden yaşıyoruz?" diye temelde sorulan bir felsefe sözü aklıma geliyor o zaman da “Yaşamanın bir anlamı var mı?” diye düşünüyorum. 



Sizin şiirdeki değerleriniz kimlerdir? 

Şiir yazmayı ve okumayı çok seven biriyim. Şiir en zor sanat dalıdır, ama çok fazla şair türedi. Aziz Nesin’in dediği gibi Türkiye’de her üç kişiden biri şair. Geriye dönüp baktığımda insanın dramını anlatan, renklerle varoluşunu anlatan kanala daha çok dahilim, kendimi o kuşağa dahil ediyorum. İddialı alanlarda okunan şiirlerden çok, kalbe okunan şiirleri tercih ediyorum.

Örneğin Ahmet Haşim’in geleneğindenim. Behçet Necatigil, Ahmet Muhip Dranas, Edip Cansever, Ülkü Tamer, Hilmi Yavuz, Haydar Ergülen’ler bence şiirin değerleridir. 

Söz sizde. 


“Son yıllarda yayımlanan kitaplara, filmlere bakın yabacılaşmayı ve 

kayıtsızlığı işliyorlar. Buna ister 

teknoloji deyin, ister medya deyin, 

isterseniz paranın egemenliği deyin, ütopya etkisi deyin ama gerçek olan 

bu. İnsanların geleceğe dair umutları kalmadı ve ekonomik insan yaratıldı” 


"25 yıldır yazı yazıyorum 

yaklaşık 17 

kitabım var. Sayısız 

dergi ve 

gazetede yazılar yazdım 13 yıl da 

Zaman Dergisi’ndeyim; ayrıca, 

konferanslar düzenliyorum. 

Son 15 yıldır 

hayatımın büyük bir bölümünü 

yolculuklara adadım; 

yollarda 

okuyorum, 

yazıyorum" 

Hiç yorum yok: