14 Şubat 2015 Cumartesi

Emre Varışlı Söyleşi Kuşak Edebiyat 2014

                                      *Bir Günahkarın Bilmesi Gerekenler
                                  Emre Varışlı Altıkırkbeş Basın Yayın 2014

“Uzun yıllardır alt ve karşı kültür nesneleri ve ortamları üreten Emre Varışlı ; özgür, sert, özgün, anarşist, cinsiyetsiz, politik avangard kitabıyla dikiliyor karşımıza. Şayet bir şekilde Varışlı'nın yazdıkları ve okudukları ile karşılaşmadıysanız okuduklarınız midenize ufak kramplar sokabilir!”

(Tanıtım Bülteninden)

     “Dışarıda olanlar, dışarıda olanlarla eğilenler, kışkırtıcı şeyler…  “

“Dünyanın tanımladığı bir şey olmayı reddediyorum. Bir şair olmayı red ediyorum. Bir şair olmamayı da red ediyorum” diyorsun, haklısın. “Bir Günahkarın Bilmesi Gereken”AltıKırkBeş Yayın’larından, Nisan 2014’de çıkan ilk kitabın. Tanımlamadan neler söylersin?

Öncelikle söylemek isterim ki, bu metinler çok kişiseldi ve kitaplaşmasını, en azından bitirdikten 2-3 ay gibi bir süre sonra yayımlanmasını beklemiyordum. Yayınevimle şiir dosyası üzerinde çalışıyorduk sonra Şenol Erdoğan “bu metinleri basalım.” dedi. Ben de peki, dedim.

Yazdığım şeylerde genel olarak topyekün bir reddediş vardır zaten ama bunların bazıları da kabul ediştir aslında. Ben asla dönüşmeyeceğim bir şey olduğuna inanmıyorum. Her şey kozmik şakadan ibaret. Dünyanın tanımladığı bir şeyden bunu kastediyorum belki de kodlarla yaşıyoruz. Dil kodlaması çoğu da. Neyin ne olduğunu pek bilmiyoruz.

Topyekün medeniyeti reddediyorum. Sonra iş medeniyeti reddetmeyi de reddetmeye dayanıyor. Bu hayvanlığı seviyorum. Bu metin benim bir nevi günlüklerim gibiydi. Fanzin olarak basmıştım, fazla bir dağıtım yapmasam da okuyanlardan güzel geri dönüşleri olmuştu. Bu kitap fragmanlardan oluşuyor diyebiliriz. Ani, kısa paragraflar. Bütün o paragrafları uzatabilirdim de, oturup birkaç sayfalık hikâyelere dönüştürebilirdim. Öyle kalmasını tercih ettim. Benim yaşadığım ya da tanık olduğum kısa anlar. Flaş çakımı hayatlar. Beliren görüntüler. Sonraları yok, başlangıçları da yok sanırım…

Kapak tasarımı Erol Egemen’e ait, kitabın içinde yer alan illüstrasyonlar da çok başarılı ve Semih Yıldız’a ait. Kitabın görselliği ilgi çekici, bu çalışma nasıl gerçekleşti?

Erol Egemen için sanırım fazla bir şey söylemeye gerek yok. Müthiş işler çıkartıyor. Ben hiç karışmadım kapağa. Karışsaydım belki bu kadar memnun olduğum bir şey çıkmazdı. Metin bir yandan sessiz, alttan bir şiddet barındırıyor. Bunu çok güzel yansıtıyor kitap görseli, ellerini yüzüne kapatmış günahkârın aynı zamanda üzgün ve tekinsiz suratını da görüyoruz.

İçindeki görsellere gelince, bir ara Eskişehir’de Semih’le otururken çizimlerini görmüştüm, daha önce hiç paylaşmamıştı, kolajlarını biliyordum sadece. Kitabın yayımlanması kesinleşince ve metni baştan okuyunca direk o çizimler aklıma geldi ve Semih’e tekrar dosyayı yolladım, metni okudu ve çok kısa zamanda müthiş şeyler çizdi. Görsel malzeme de benim için önemli. Yazıları bas, diz yolla okusunlar kafasında değilim. Beni tatmin eden bir şıklıkta oldu. Genelde ilk kitaplarda bu karambole gider.

AltıKırkBeş Yayınlar’ından çıkan kitaplar genellikle “Beat”, “Underground” (Yeraltı edebiyatı) yani bir duruşu ve farkındalığı olan bir yayınevi. Kitabının bu yayınevinden çıkmasıyla ilgili neler söylersin?

2002-2003 zamanlarında Kadıköy’deki 6.45 Dükkânı’na gittiğimde ve kitaplarıyla tanıştığımda, bir gün mutlaka, en azından ilk kitabımın buradan çıkacağına dair kendimce bir söz vermiştim. O zamanlar çıkardığım Çamur Fanzin’i bırakmak için gidiyordum. Şenol Erdoğan’la da o zamandan tanışıyoruz. Oradaki kitaplar, diğer fanzinler hayatımı kurtarmıştır, yoksa berbat etmiştir mi desem, bilemedim. Yani, bir dosyam olursa başka nerden yayımlayabilirim ki, diye düşünmüştüm. Neden başka bir yer isteyeyim.
Dışarıda olanlar, dışarıda olanlarla eğilenler, kışkırtıcı şeyler…  İlgimi bunlar çekmiştir. Özellikle 90 ve hemen sonrasında bu yayımlarla tanışmak çok önemliydi. Başka hiçbir yer yoktu! Diğerlerinden daha iyi demiyorum, ama kendi kafası içinde müthiş işler. Eğer  AltıKırkBeş Yayınları olmasaydı o çevirileri, dergileri biz daha çok beklerdik!

Seninle ve şiirinle, küçük İskender’in “Şiir Akşamları”nda tanışmıştık. Şiir okumalarından başka,  teatral performansların da oluyordu. Halen devam etmekte olan “Şiir Akşamları” şiir, edebiyat, sanatsal ve kişisel yolculuğunda etkin oldu mu?

Olmaz mı, ben çok küçük yaşlardan itibaren teatralliğe ve görsel olana düşkündüm. İlkokul zamanlarında kendi kendime bir olay yaratır, ona buna rol verirdim ve oynardım. Babaannemle çok yapardık bunu. Hatta beni özel bir tiyatro okuluna verdiler, sonra sıkılıp çıktım. Yazmaya başladıktan sonra da bu devam etti.
Sonra kritik bir zamanda İskender’le tanıştım, 2005-2006 civarıydı. Onun yaptığı şiir akşamlarından birine katıldım. Sanırım Veli Bar zamanıydı. Ben daha önce arkadaşlarım haricinde, bir kitlenin önüne çıkıp okuma yapmamıştım. Benim için heyecan vericiydi. İskender bana hadi çık oku, dedi. İyi de yapmış Tadını aldım ve vazgeçemedim. “Ben Hoşlanmıyorum” diye bir proje grubum vardı, birkaç gösteri yaptık. Sadece yazıyor olmak beni karşılamıyor bazen, görsel malzemeyi de devreye sokmak, daha doğrudan insanlara ulaşmak hoşuma gidiyor. Canlı gösteriler dışında video ve fotoğraf da içinde dolaşmayı sevdiğim dünyalar.. Elbette dünyada birçok örneği var bu tarz performansların. Birçok şey ilham verebiliyor.

Edebiyat tartışmalarını, genç bir şair olarak nasıl yorumluyorsun merak ediyorum. “Kitap kirliliği”, “Eleştirmen eksikliği” gibi.

Konu ne olursa olsun ben her türlü hiyerarşiyi çok komik buluyorum. Hiyerarşik konumu sallantıda olanlar bence bu konuları abartıyor. Kızmıyorum, kavga etmiyorum. Hiç kimse rahat bırakılmıyor, diye düşünüyorum. Üreten insanlar açısından baktığımda gözettiğim tek şey, ne üretildiğidir. Genel anlamda da eksikliğini hissettiğim şey ise, insanların eşit olarak görünür olup olamadıkları. Çıkardığı kitap hakkında daha az emek vermiş, bunu kendine dert edinmemiş biri bazen kişisel bağlantıları, tanıdığı birileri yüzünden daha görünür olabilir ve evet bu nahoş bir durum. Tam tersi sırf reklamı az diye işine emek veren biri arada kaybolup gidebilir. Önemli olan herkesin kendine yer bulabilmesi. Yoksa kitap yazmayı mı yasaklayacağız? Bunu bir edep meselesi olarak görmenin de bir gereği yok. Bu da “sanat”ı kutsamaya götürür ki buna ne gerek var?!  Eleştirmenler için açıkçası bir fikrim yok, ben eleştirmen yerine sanatçının günlüklerini, sanat dışındaki hayatını ve söyleşilerini takip etmeyi seviyorum.

Facebook, Twitter, Blogger gibi sosyal platformlarda edebiyatın, şiirin varlığı ve e-kitap hakkında düşüncelerin nelerdir?

Bana bile “sosyal medya şairi” dediler. Bile diyorum çünkü şiirlerim, hikâyelerim ya da diğer yazılarım mutlaka dergilerde fanzinlerde yayımlandı. Sosyal medya da ya da kendime ait web sitesinde işlerimi yayınlıyorum ve insanlara direk ulaşması hoşuma da gidiyor ancak, ben her şeyi bir gün mutlaka basılı olacak düşünürüm. Bu mesele az önce bahsettiğim hiyerarşi meselesiyle bağlantılı bir bakıma. Bir blog açıyorsun, bir sürü insan seni takip gediyor. Ondan önce yok dergiye şiir gönder, yok editör seni onaylasın, bekle. Aynı şey fanzin için de geçerliydi ilk çıktığında, sıkıcı kültür dergilerini ezip geçtiler. Hâlâ da ezip geçiyorlar bence.
E- kitap okuyamam, bilgisayar ekranından uzun şeyler okuyamam, gider mutlaka çıktılarını alırım okurum. Ben o kitabı, o dergiyi raftan çekip almalıyım, sinirlenip duvara fırlatmalıyım, biriktirmeliyim ya da birine vermeliyim, dokunmalıyım. Ekrandan okuduğumu anlamıyorum da zaten, dikkatim dağılıyor. Ama bu beni bağlar.  Tabletinden telefonundan kitap okuyan insanlar da var çevremde, gayet de güzel takip ediyorlar. Bir de siber uzay çöplüğünde her şeyin ufalanır gider ama kitap hep oradadır, elinizin altında durur.

İlk kitabın *Bir Günahkarın Bilmesi Gerekenler’den sonra ikinci kitap çalışman var mı?

Basılmayı bekleyen dört şiir dosyası, bir roman, bir de uzun hikâyelerden oluşan dosya var. Kafamdakileri saymayayım. Bundan sonra büyük ihtimalle şiir yayımlarım. Gerçi benim sağım solum belli olmaz ama bu kitaptan güzel geri dönüşler alıyorum, daha çok yeni, biraz zaman geçsin istiyorum. Okunsun, üzerine konuşulsun, biraz daha yankılansın. Onun dışında bir dolu fanzinde, dergide şiirlerim ya da diğer yazılarım takip edilebilir.



“Bir rüyanın yansıması" Fabian Perez

Flamenko’nun tutkulu, hırçın, başkaldıran hatta küstah ritmini tuvaline yansıtan Arjantinli başarılı bir ressam Fabian Perez.

Gençlik yıllarında değişik sanat alanlarına ilgi göstermesiyle kendini disiplin etmeyi öğrenir.
Doğu kültüründen etkilenen ve doğunun resim sanatını da öğrenen sanatçı 22 yaşına geldiğinde Arjantin’i terk eder, İtalya’ya yerleşir, burada 7 yıl kalır.


Sadece resim sanatında değil, yazıda da kendini gösterir ve üstün hâkimiyet gücüyle birleştirerek, “Peflections of a Dream” adlı gezi kitabı yazar, kitap Amerika’da yayımlanır. Daha sonra, bir yıl kadar Japonya’da kalır ve Japon Hükümet Binası'nda, "The Japanese Flag ve A Meditating Man" adlı iki sergi açar.


Ve 17 Eylül 2009’da Los Angeles, Kaliforniya “Latin Grammy Ödülleri”nin resmi sanatçısı olarak Conga Salonu’nda “La live” sergisiyle katılır.

Fabian Perez benzersiz sitili ile arzulara sınır koymayan, duyumsamakla kuşatılmış bir sanatçı. Disiplinli çalışmayı sevmesiyle birlikte, eserlerini nadasa bırakmamayı tercih ediyor.
Sanatçının cesareti, yoğun duyguları ve arzuları sembolik betimlemede onu başarılı kılmaktadır.
Tutkuyu, heyecanı, tüm çalışmalarına yansıtmakta ve aynı enerjiyle sürdürmektedir.
İşinde sınıflandırılmayı tercih etmeyen sanatçı, bunun sanatını sınırlayacağına inanıyor.


“Otuz yıl oldu bu yollardan geçip gideli. Düşüncelerin birçoğunu arkamda bıraktım ve birçoğunu da kaybettim. Önümde uzun bir yol görebiliyorum ve bunun beni yeni deneyimlere taşıyacağını biliyorum.”


Arjantin dendiğinde; Eva Peron,  Che Guevera, Madres de Plaza del Mayo, Carlos Gardel, Mercedes Sosa, Jorge Majfud, Jorge Luis Borges, Juan Gelman gibi dünyanın değer verdiği ve kabul ettiği birçok isimle birlikte resim sanatının genç ve idealist ismi olarak Fabian Perez de anılmakta. Bize Fabian Perez’i anlatır mısınız?

Yukarıdaki listede benim için en önemli isimlerden biri daha var Astor Piasola.
Adımın bu büyük isimlerin arasında olabileceğini söyleyemem çünkü ben kariyerimi ülkemin dışında geliştiriyorum ve henüz bu isimlerden bir parça olmak için gereken başarıları elde edemedim ya da Arjantin için büyük bir referans olmayı.

Gençlik yıllarınızda değişik sanat dallarına da ilgi gösterdiniz.
Özellikle doğu kültüründen etkilenmenizin sebepleri nelerdi?

Bu biraz tuhaf ama hayatımın ilk evrelerinde zaten portrelerle ilgileniyordum. Ailemin üyelerini, arkadaşlarımı, ayrıca dergilerden bazı idolleri çizerdim. Büyürken, soyuttan sonra, sürrealizmle daha çok ilgilenmeye başladım. Dövüş sanatının, Zen okumanın ve Japonya’ya yaptığım seyahatin etkileri beni Shodo’da (Zen kaligrafisi) daha derinlere gitmeye zorladı. Onun temel kavramlarını kendi kişiliğime kattım ve çok daha soyut ve sembolik bir yöntemle başladım. Bugün genç yaşlarıma geri döndüm ve tekrar insanları resmetmeye başladım. Aynı zamanda, sanatı ve kabiliyeti gösteriyorsun.

Resim sanatınızdaki büyülü yolculuğunuz?

Tüm bunların büyülü tarafı çoğu insanın çizdiklerimle özdeşleşmesidir. Sınır yok... Her yaştan ve kültürden, dünyanın her yerinde bana çalışmalarımı gördüklerinde ne kadar ilham aldıklarını söyleyen insanlar var. Benim için büyülü yolculuk bu…

 Dünyanın hayranlıkla izlediği ve kabul ettiği başarınızı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Başarıya bakışta birden fazla yol var. Onlardan biri ün, para ve maddi sahip olunanlar hatta sanatınla ilgili iyi konuşan insanlarla bile bağdaştırılabilir. Diğer yol, benim için daha önemli olan, bir birey olarak amaçlarını gerçekleştirebilmektir. Başarılı biri gibi hissediyorum çünkü aileme destek olabiliyorum severek yaptığım şeyi saygın bir şekilde yapıyorum. Bir sanatçı olarak başarılı hissediyorum çünkü çoğu zaman duygularımı tuvalin üzerinde ifade edebiliyorum. Bunun insanların takdiriyle de bir ilgisi yok.

Sizi resim sanatına bu kadar çeken ya da yönlendiren faktörler nelerdi?

İlk gençlik yıllarımda resim yapardım ve çoğu zaman onları hediye ederdim. Sonra karate hocam Oscar Higa’yla,  İtalya’ya gittiğimde onun tavsiyeleriyle daha ciddi resim yapmaya başladım, sadece bir hobi olarak değil. Hatırladığım, beni bir sanatçı olmayı düşünmeye ikna eden tecrübelerden biri, Almanya’da bir galeride çalışan İtalyan bir kızın sulu boya çalışmalarımdan birini satın almak istemesiydi. Onu 20 dolara sattım. Ve düşündüm ki eğer bir tane satabiliyorsam, daha fazla da satabilirim.

Sezgilerinizi, gerçeklerle buluşturabiliyor musunuz?

Ben sezgisel bir insanım ve mantıksal aynı zamanda. İç güdülerimi izlemek için referans olarak istatistiğimi esas alırım. Bir değerlendirmeden sonra doğru olduğunu düşündüğüm şeyi yaparım. Her zaman yaptıklarımın getireceği sonuçları düşünürüm.

Resim sanatı bilinen en eski ve köklü sanat, bu bağlamda geçmişten günümüze etkilendiğiniz ressamlar var mı?  

Rembrandt’ın paletini seviyorum, sıcak,doğal renkler.Sargent, çünkü resimlerinde hep bir heyecan ve gizem var. Picasso’nun  sağlam kompozisyonu. Cesanne’nin fırça darbeleri. Touluse Lautrec’in sağlam çizimleri ve tabi ki Caravaggio’nun Chiaro Oscuro’su.

Flamenko’ nun tutkulu, hırçın, başkaldıran olduğu kadar cazibeli ritmini tuvale yansıtırken düşünce ve duygularınızdan bahseder misiniz?

Bana göre Flamenko dansçıları kadının tüm avantajlarıyla kadın olmaktan gurur duyduğu, şehvet uyandıran ama güçlü ve cesur sembolleridir. Bana o büyük aile olma duygusuyla hayatta her tür durumla başa çıkabilecekleri hissini veriyorlar.

Portre çalışmalarınızda canlı model kullanıyor musunuz?

Önceleri kullanıyordum. Şimdi zamanın gerektirdiği gibi, fotoğraf çekmeyi tercih ediyorum. Dünyanın değişik bölgelerinden insanları resmettim ama onlar her zaman stüdyoda poz vermek için uygun olmuyorlar.

Niçin akrilik boyayı tercih ediyorsunuz?

Pek çok şey deniyorum ama kişisel olarak resim yaparken akrilik boyayı tercih ediyorum. İçgüdüsel olarak hızlı resim yapıyorum ve akrilik yağdan daha çabuk kuruyor. Bu sebepte benim daha spontane olmama olanak sağlıyor. Ve onları yağlı boya görüntüsü verecek şekilde karıştırabiliyorum.

 Resim sanat akımlarından hangisinin sizi ifade etiğini düşünüyorsunuz?

Çalışmalarımı her hangi bir zaman diliminde ya da akımda kategorize etmeyi sevmiyorum. Açıkçası çok fazla sanat tarihi periodları tarafından etkilendi. Benim çalışmam izlenimci bir teknikle birlikte dışavurumcu, mantıktan çok hızlı ve içgüdüsel. Bence,eğer stilime bir isim koyarsam,kendimi sınırlamış olurum.

 Ödüllerinizden bahseder misiniz?

En büyük ödüllerim güzel ailem, karım, oğlum ve kızım. Bunlar bana hayatın verdiği ödüller. Şöhrete, bana verilen ve benden istenen onura minnettarım. Bu müthiş hediyelere sahip olduğum için çok şanslıyım.

Sergilerinize nasıl hazırlanıyorsunuz?

Genelde sergilerimi aylar öncesinden bilirim, bir tema yaratırım ve belli modeller seçerim, belli bir dekorda fotoğraflarım, tuvali hazırlarım ve sergi için koleksiyonu hazırlayana kadar çalışmamla tek vücut olurum.

İstanbul’da sergi açmayı düşünüyor musunuz?

Şu an İstanbul’da bir sergi için planımız ya da bağlantımız yok ancak bu fırsatı dört gözle bekliyorum.

Başarılarınızın devamını dilerken, söyleşi için teşekkür ederim.

Benim için zevkti.

Sevgilerimle, Fabian


Söyleşi Nisan Serap
Çeviri Beste Dane
Her Şeye Karşın Dergisi
20. Sayı
Temmuz Ağustos

Haydar Ergülen Söyleşi "Üzgün Kediler Gazeli"

Üzgün 

Kediler 


Gazeli 



Haydar Ergülen 



Türk şiirinin seksen sonrası önde gelen ismi şair Haydar Ergülen,  otuz yıldır “güzel söz kardeşliği” olarak ifade ettiği şiiri ve denemelerini “hevesle” yazıyor. 

Heves”, insan tarihinin anahtar kelimesi belki… 

Üzgün Kediler Gazeli” adlı kitabınızı edindiğimde, ilk olarak kapak resminin bana düşündürdükleri, karanlık, boşluk, yalnızlık, kötücül değil tam tersine masumiyet. Ve fakat fonun siyah, yazının beyaz oluşu, Yin  Yang simgesini hatırlattı, “her iyiliğin içinde bir kötülük, her kötülüğün içinde bir iyilik vardır” gibi. Kötücül değil demiştim ki, sırtını dönen, başını hafifçe eğmiş kedi, bunun farkında ve sanki yüzünü görmek mümkün olsa gülümsüyor, öyle masum, öyle sevgiyle diyeceğim… Evet, kitap kapak resmini siz, nasıl yorumluyorsunuz? 

Güzel bir gözlem doğrusu, teşekkür ederim. Söylediğiniz gibi, ‘her kötülüğün içinde bir iyilik vardır’. Kitabın kapağı da kedilerin üzgünlüğünü ya da zaman zaman bizim onlardan doğru duyduğumuz üzüntüyü bir parça olsun hafifletecek biçimde tasarlandı. Evet, ‘sırtını dönen, başını hafifçe eğmiş kedi bunun farkında ve sanki yüzünü görmek mümkün olsa gülümsüyor, öyle masum, öyle sevgiyle...” O kedinin gülümsemesini istemiştim, ne güzel siz de gülümsediğini gördünüz. Kediler üzgün de olsalar gülümserler çünkü, onların mırıldanmaları gülümsediklerine sayılır. Sokakta baktığım kediler de var, apartmanın önüne su ve mama kapları koydum, beni tanıyorlar artık, çoğu doğrudan mamaya gitse de, her yıl aralarından bir kaç kedi çıkıyor ve onlar ne kadar aç, susuz olurlarsa olsunlar, önce uzun uzun okşamamı istiyorlar, kafalarını, enselerini, sırtlarını ve boyunlarını okşadıktan sonra yiyorlar mamalarını, okşanınca gülümsediklerini hissediyorum. Kim bilir belki bu kitap da onları gülümsetmiştir ! 

Geçtiğimiz günlerde Gala Pera’daki söyleşinizde, “artık biyografimin kitaplarımda yer almasını istemiyorum.” demiştiniz. Bunun sebebini nedir? 

Önceki kitaplar, ödüller, diğer çalışmalar... Okur bu referanslarla okusun istemiyorum kitaplarım. Her kitabımla, şiirlerimle ilk kez karşılaşıyormuş, beni ilk okuyormuş ve yeni tanıyormuş gibi olsun istiyorum. 15 kitabım var, 12’si şiir, 3’ü deneme. Doğrusu, toplu şiirlerim de dahil olmak üzere, önceki kitaplarımda, yine pek uzun olmasa da biyografim yer alırdı, bazılarının arka kapağında şairlerin ve eleştirmenlerin şiirlerimle ilgili değerlendirmeleri yer alırdı. Bu okuru yönlendiren bir şey, o yüzden son üç kitabımda bunlara yer vermedim, biyografimi de tek cümleye indirdim. Okur benim şiirlerimi, hakkımda söylenenlere, biyografime, ödüllerime göre değil, yalnızca o kitabımda okuyacağı şiirlere göre değerlendirsin istedim, yani ‘fazlalık’ olmasın istedim. 


Mısır’a, Kiraz’a, Nar’a ve bütün sokak kedilerine…” adanmış bir şiir kitabı, “Üzgün Kediler Gazeli”. Kedileri ne çok sevdiğinizi biliyoruz ama sadece sevgi mi, kitabı adayışınız? 


Ne yazık ki ilk gözağrım Mısır’ı, 8,5 yaşındayken, Baharın ve Mayıs’ın son günü yitirdim. 3 gün içinde o ‘meşum’ ve ‘malum’ hastalık Mısır’ımı da aldı elimden. Şimdi 7 yaşındaki kızı Kiraz var evimizde. Nar’sa Kasım’da doğacak kızımızın adı. Mısır ve Kiraz, yani ana-kız iki kedimiz, Nar’ın ablalarıdır, 3 kızımız olacak diye sevinirken, ‘Üzgün Kediler Gazeli’ne terketti bizi Mısır. Sokak kedileri de kızlarım ve oğullarım sayılır, onlarla da gücüm yettiğince ilgilenirim. O yüzden kedilere adamıştım kitabımı, onlar çünkü arkadaşım sayılır aynı zamanda. Sokak kedilerinin, zorlu yaşam koşullarından ötürü en fazla 4-5 yıl yaşamaları çok üzer beni, hiç olmazsa yaşadıkları süre içinde iyi bakmaya çalışıyorum onlara. Onların dilsizlikleri, yalnızlıkları, gecenin, açlığın, susuzluğun, yağmurun, karın ve elbette ‘insan’ların ‘merhamet’ine terk edilmiş olmaları da derinden yaralar beni. Sevginin yanında biraz da ‘merhamet’ ve ‘ilgi’ isteğidir bu kitabı tüm kedilere adamamın nedeni. 


Üzgün Kediler Gazeli” kitabınız, 1992 ve 2007 yıllarında, E, Şiiri Özlüyorum, Kitap-lık, Le poété Travaille, Edebiyat ve Eleştiri, Adam Sanat, Budala, Şiir Atı, Sonsuzluk ve Bir Gün, Lacivert, Şair Çıkmazı, Hece, Sombahar, Son Kişot, Mühür, , Öteki-siz, Heves, Radikal Kitap, Esmer, Yazılıkaya, Varlık, Milliyet Sanat, Hayal, Hürriyet Gösteri, Üç Nokta, Ada, Rüzgâr ve İle dergilerinde yayımlanmış şiirlerinizden oluşmakta. 

İlk iki bölüm “Nefesler” ve “Gazeller” deki şiirlere baktığımızda, geleneğin şiiriyle karşılaşıyoruz fakat sizin gelenekçi şair olmadığınızı da, biliyoruz. Neden, geleneğin şiiri olan Divan, halk ve tasavvuf şiiri? 

Gazeller, nefesler ve tasavvuf şiirleri, bugün hala sırlarına vakıf olmakta güçlük çektiğimiz büyük bir şiiri temsil ediyor bence. Kuşkusuz halk şiiri de dahil olmak üzere bu şiirlerin hepsinden çok etkilendim ve bu etki hâlâ sürüyor. Özellikle nefesler ve tasavvuf şiirleri benim kendi geleneğim olan Alevi-Bektaşi kültürünün de en iyi örneklerini verdiği şiir tarzlarıdır. Yıllar önce bir söyleşimde, ‘onlar gibi tek bir nefes yazabilirsem, bu benim bütün şiirimin yerine geçer’ demiştim, hala o arayıştayım, o ‘nefes’in peşindeyim. 

Evren nasıl oluşmuştur, biz neyiz, Tanrı nedir, hayatın anlamı, başlangıç, son ve gerçek vb. sorgulayan tasavvuf, felsefesiyle de yer alıyor şiirlerinizde. Örneğin; “SIRLAR GAZELİ” … 

Şairlerin ya da şiir yazanların, evreni, hayatı, kendini sorgulaması, tasavvuf ehlinin yanında elbette ‘naif’, ‘çocuksu’ bir şey olarak kalır. Belki mutasavvıflarla şairleri buluşturan şey, ikisinin de bilgiden çok sezgiyle yola çıkmalarıdır. Onun dışında dediğim gibi şairlerin arayışı olsa olsa bir çocuk merakı, cüreti ve cesaretiyledir, elbette haddini bilerek ve bunu aşmamaya çalışarak. Benim sorduğum sorular da bu minval üzredir, şiirin sınırları içindedir, daha ötesine ulaşanlar, sözgelimi Necatigil, Dağlarca gibi büyük şairlerdir, ki onlara da ‘şair’ değil ‘bilge’ demek gerekir. 

Gazeller” bölümünde, “CAMLAR GAZELİ” şiirinizi, geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz şair Cenk Koyuncu’ ya adamışsınız. 

o yokluğa umran görmüş adıyla başlamıştır, 
şehirde iddiasız şiddet ve camların kırıldığı akşamdır” 

Şiiriniz daha ilk dizeleri Cenk Koyuncu'nun, nasıl bir insan, nasıl bir şair olduğunu ve nasıl da ansız yitiriliş acısını yansıtıyor… 

Cenk Koyuncu, benim hem çok sevdiğim kardeşim, hem de çok iyi bir şairdi. Yaşadığı gibi yazdı, yazdığı gibi yaşadı. Hayata ve insanlara karşı aşırı titiz, başkalarını düşünmekten kendini hiç düşünmeyen, incinmekten değil incitmekten çekinen, yani ‘incinsen de incitme’ felsefesiyle yaşayan çok duyarlı bir insandı, bu duyarlılığı şiirlerine de yansımıştır: ”Hiçbir şeyim yoktu benim her şeyimi aldılar” diyebilme noktasına kadar gelmiştir. “Şaşkına bir can düşmüştür, canda kırık kalmıştır” deyişim bu nedenledir. ‘Camlar Gazeli’ şiirini 15 yıl önce yazmıştım, Cenk’i ilk tanıdığım günlerde. İyi ki tanımışım. Bazı insanların acısı daha onları yitirmeden çöker içimize. Cenk için de öyle olmuştu. Onu çok özlüyorum, son biralarımızı içemedik bile, birbirimize sözümüz vardı, canım kardeşim. 

Aşıkâne gazeller arasında kitabın arka kapağına taşıdığınız, “İDİLLER GAZELİ” şiirinizin maktası; 

hadi git yeni şehirler yık kalbimize bu aşktan” . 

Tümünü yazmıyorum ki, okur adına merak büyüsünü, bozmak istemem.
Aşıkâne gazellerinizde, aşkın acısını dahi övünç ve “heves”le işliyorsunuz. Aşk felsefeniz mi bu? 

Bazen ‘acı’ da bir ödüldür, tıpkı şu yaşadığımız zalim hayatın da bir ‘ödül’ olması gibi. Aşksa, bilinir, insana verilmiş en güzel cezadır, en derin acıdır, en değerli ödüldür. Yaşamamız da ölmemiz de aşktandır diye düşünürüm, o yüzden bu acıya da ‘heves’le atılırız, yarasını gururla taşıyan bir savaşçı gibi aşkın acısını da övünçle taşırız. Aşka en çok kahredenler bile, onu yaşıyor olmaktan, onunla yaşıyor olmaktan gizli de olsa sevinç duymazlar mı ? Şiir gibi bir şey işte, hem çok yoruluruz, peşinde çok koşarız, çok uğraşırız, hem de şiirin yükü eksik olmasın isteriz üstümüzden. Sezai Karakoç’un çok sevdiğim bir şiiri vardır, “Karayılan”, orada şöyle yazar üstad: “Ben aşkı göğsümde çiçek gibi taşımıyorum/ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum”. Bu dizeler aşkı nasıl yaşadığımızı ve taşıdığımızı ziyadesiyle açıklıyor bence. 

Kitaba ismini verdiğiniz, “ÜZGÜN KEDİLER GAZELİ” inde, 

“-Bu gazeli yerime yazan 
sevgili kardeşim Engin Turgut’ a-“ adamışsınız. 


yerime yazan”, doğrusu merak ettim, paylaşmak ister misiniz? 

Ankara’da yayımlanan Hayal Dergisi geçen yıl Engin Turgut aracılığıyla şiir istemişti. Hiç şiirim yoktu, Engin’le telefonda konuşurken ona ‘benim yerime bir şiir yazabilir misin ?’ diye sordum, önce şaşırdı, sonra "dur bakalım, olur mu, nasıl olacak acaba?" diye kabul etti, bir kaç gün sonra da ‘Üzgün Kediler Gazeli’ni yazdığını söyleyip bana da göndermek istedi. Hem Engin’i çok severim hem de şiirini. Bana göndermemesini, dergide okumak istediğimi söyledim, öyle de oldu. Engin sağolsun, çok güzel ve dokunaklı bir şiir yazmış, hem de benim kedi sevgimi bildiği, kedilerimi tanıdığı için yazdığı şiir bir kat daha hoşuma gitti, ne de olsa ‘şair kardeşim’ olmasından da önce ‘ruh kardeşim’dir o benim. Kitaba isim ararken, fazla da aramadım aslında, hem adını da çok sevdiğim için, hem de Engin’e teşekkür babında, kitabın adını ‘Üzgün Kediler Gazeli’ koydum. Şiiri kitaba alırken de, benim yerime Engin Turgut’un bu şiiri yazdığını belirtmek istedim. Ben sık sık başkasının yerine şiir yazdığımı düşünürüm, bu kez de bir başkası benim yerime şiir yazmış oldu. Şaşırtıcı bir yan yok bunda. Ben de isterse birgün Engin’in yerine zevkle şiir yazabilirim. Nasılsa aynı bahçedeniz, aynı ‘şairler cemi’ndeniz. Bu vesileyle sevgili şairim Engin Turgut’a bir kez daha teşekkür ederim, eline, kalbine, ruhuna sağlık. 

ÜZGÜN KEDİLER GAZELİ” inde insana dairdir diye bildiğimiz, ne varsa (yalnızlık, hüzün, sevinç, sevgi, vb.) kedilerde bulduğunuzu, kedilerden öğrendiğinizi, düşünebilir miyiz? 

Bende kedi sevgisi sonradandır, yani yakınlarda yitirdiğim ilk kedim Mısır’la başlamıştır 42 yaşımdayken, o yüzden de bir ‘sonradan sevme’ hali vardır ki, aşka tekabül eder. İnsan ya da kedi diye ayırmamayı da o günden başlayarak öğrendim. Mısır’la kızı Kiraz benim en yakın arkadaşlarım oldu. Evden 2-3 gün ayrı kaldığımda bile burnumda tüttü hasretleri. Onlar da bana çok iyi arkadaşlık ettiler doğrusu. İnsan bir arkadaşında ne yaşarsa kedilerle daha fazlasını yaşayabilir, yalnızlığı da, kederi de, sevinci, mutluluğu, merhameti, şefkati de. O yüzden kediler fazla bağlıyor bizi kendilerine, bazen de benim örneğimde olduğu gibi ‘geç buldum, çabuk kaybettim’ durumu hasıl oluyor ki galiba en acısı da bu. Mısır’ın yitimiyle ilgili olarak Radikal’da ‘Açık Mektup’ köşesinde bir yazı yayımlamıştım. Sağolun sizin de aralarınızda olduğunuz pek çok ahbap başsağlığı dileklerini ilettiler. Bu arada çok şaşırtıcı bir ‘mail’ de geldi. Son 10 yıldır titiz şiir yazılarından ve şiirlerinden doğru adını bildiğim biri yazmıştı bu maili. Mısır’dan 2 gün sonra da çok sevdiğim şair Doğan Ergül’ün vefat haberi gelmişti. Bu ‘arkadaş’, benim yazımda Doğan’la ilgili tek satır olsun yazmayışıma esef ederek, ‘şairler de kediler kadar önemlidir’ diye bitiriyordu sitemini. Bir yanıt vermedim, veremedim. Doğan’ın hayattayken göremediği ikinci kitabı “Uykulu Yağmur”un arkakapak yazısını yazdığımı, Doğan’la ilgili yazmak için bir-iki güne kadar çıkacak o kitabı beklediğimi, bu arkadaşın beni hiç tanımamış olduğunu filan yazmadım elbette, ama çok üzüldüm. Benim çoğu şair için onlar hayattayken yazdığımı, ölümleriyle ilgili, Tanrı hepsine gecinden versin, pek çok yazım olduğunu bilmeden bana sitemde bulunmuş. Öte yandan, şairler ve kediler arasında bir önem ve değer sırası gözeten son cümlesi de çok yaraladı beni. Yani böyle bir cümle kurulabilir mi ? Elbette Doğan Ergül, bırakın şair olmasını, bir insan olarak önce çok değerlidir ve çok acı bir kayıptır ve sevdiğimiz, yitirdiğimiz her şey bizim için değerlidir, insan, şair, kedi, köpek. Bu arkadaşın yazdıkları Doğan’ı da, Mısır’ı da üzdü diye düşünüyorum, keşke biraz sabırlı olsaydı ! 

YETİMLER GAZELİ” inde, hepimizi (biz gibi hissedenler için) derinden yaralayan, Hrant Dink için yazdığınız gazel ve 73 şairin ortak olarak kaleme aldığı “Yetimler Ağıdı”nda makta size ait... 

aslında ne Türk’üz, ne Kürd’ üz, Ne Ermeni’yiz 
öyle bir babamız var ki Hrant, hepimiz yetimiz” 

Ve “YETİMLER GAZELİ” inde, derin acıyı, derin hüznü ve derin sevgiyi dile getiriyorsunuz. Yüksek sesli şiirler yazmadan da, isyanı, mütevaziliğinizle dile getiriyorsunuz. 

Hrant Dink, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir yurttaşıydı. Bir ülke yurttaşlarını kimliklerine göre ayırmazsa, o ülkenin yurttaşları da farklı kimliklere saygı gösterirler. Ben ‘birarada yaşama kültürü’nden, farklılıklarımızla, farklı kimliklerimizle birlikte yaşamayı anlıyorum. O yüzden farklılığa karşı işlenen bu cinayet, çoğumuz gibi benim de içimi yaktı. Devletin bazı kurumlarının Hrant’ın ‘Ermeni’ oluşundan dolayı gösterdiği ‘negatif ayrımcı’ tavrı da bu acıyı artırdı. Hele kendilerine ‘solcu’ diyen bazı siyasilerin de, benim de aralarında yer aldığım 73 şair tarafından yazılan “Yetimler Ağıdı”nın ABD’nin emriyle yazıldığını söylemesi acımıza acı kattı. Bu konuda daha fazla söyleyecek söz bulamıyorum. Hrant’ın katledilmesinden dolayı ziyadesiyle üzgünüm, onun için üzülenleri ABD uşağı olmakla suçlayan kişilerle aynı ülkede yaşadığım için de utanıyorum. 

Ve üçüncü bölüm “Bİ’ DOLU” gerçekten öyle! Kimler yok ki, “MEHMET TANER”, “ERAY CANBERK”, “SUREYYA BERFE”, “LATİFE TEKİN” ve “FERGUN ÖZELLİ” ye yazdığınız akrostiş… Öteden beri söylene gelir ki, şairler, sanatçılar kıskançtır, çekemezler birbirlerini. Fakat siz bunun tersini im’liyorsunuz. Hassas bir vefa ile üstelik. 

Ben, şiirin şiire bakarak yazıldığına inanırım ve bu topraklarda eskiden yeniye yazılan her şiir beni etkiler. Yalnızca büyük ve usta şairlerin değil, ilk kez şiirini okuduğum, ‘çiçeği burnunda’ bir şairin bile bazen bir şiirinden, bazen bir dizesinden etkilendiğim olur. Hem bir başkasının şiiri beni etkilemiyorsa, kışkırtmıyorsa niye şiir yazayım ki ? Üstelik şairler, hayatın da, edebiyatın da ‘azınlık’ları arasındadır, bilirsiniz, o yüzden hem şiirlerini hem de şairlerini severim. Bazı şairler kendileriyle, yazdıkları şiirle övünürler, doğaldır, haklarıdır, övünebilirler, bense sevdiğim şairlerle, şiirlerle övünürüm, onları överim. Üstelik kapitalizme karşıysak, çoğumuz solcu olduğumuzu iddia ediyorsak, rekabet, kıskançlık, çekememezlik gibi, solun değerlerine ters kimi hırs ve zaafları da kendimizden başlayarak azaltmamız, yok etmemiz gerekmez mi ? Şair olmaktan önce, bir insan, bir sosyalist olarak ve içinden geldiğim kültürün paylaşımcı felsefesini taşımaya çalışan bir ‘talip’ olarak, şiiri de bir ‘Kırklar Cemi’ olarak algılarım. ‘Cem’de ‘haset’ olmaz, kibir, kıskançlık olmaz. Yani doğal olanı korumaya ve sürdürmeye çalışmaktan başka bir şey değil benim yaptığım. 

ON DAKİKA ARA” dördüncü bölüm, sinema. “Le Poéte Regante”, “Gurbet Kuşları”, Eski, Yeni, Ödünç Alınmış Ve Mavi”. Büyük, beyaz perdenin büyüsü… 
Sinemaya, sinema sanatına ilginiz, şiirlerinizle sevdaya dönüşüyor. Bu sevdanın kalbinde yaşamayı, senaryo yazmayı düşündünüz mü? 

Hikâye gibi, sinemayı da şiirin kardeşi olarak görürüm. Hatta bazı filmleri ‘çağımızın şiiri’, bazı yönetmenleriyse ‘sinemanın şairleri’ olarak nitelerim. Çok sevdiğim ve hayran olduğum bir sanat türüdür sinema, şiirin büyük ustaları gibi sinemanın da büyük ustaları vardır. Bu saygımdan ötürü, onları ‘iyi bir izleyici’ olarak tutkuyla, merakla, hayranlıkla izlerim ve yine bu saygının gereği olarak da asla senaryo yazmayı düşünmem. “On Dakika Ara”da olduğu gibi çok sevdiğim, çok etkilendiğim filmlerden hareketle şiirler yazmak bana yetiyor. Bu diziyi sürdürüp ilerde “On Dakika Ara” adıyla bir kitap oluşturmayı düşünüyorum. 

13.Yeşilçam’ın çok iyi filmleri de vardı, ayrıca çoğumuz iyisiyle kötüsüyle o filmleri izleyerek sinema sevdalısı olduk. Lütfü Akad, Metin Erksan, Yılmaz Güney gibi büyük yönetmenler kuşağına günümüzde eklenebilecek adlar da var artık. Özellikle son 10 yıldır Türk sineması, bir tür ‘bağımsız sinema’ hareketi gibi çok iyi yönetmenler ve filmler çıkarıyor. Gerçi onların da iyi şiirde olduğu gibi seyircisi az ama, yılmadan film çekmelerini de şairlerin kitap çıkartmalarına benzetiyorum. Şiir kitaplarının 200-300 satmasına rağmen, şairlerin heveslerinin kırılmaması bence muazzam bir tutku ve direnmeyle açıklanabilir. Yeni yönetmenlerin çoğunun durumu da aynı, onlar da 10-20 bin seyirci toplayabilmelerine rağmen, çizgilerinden taviz vermeden yeni filmler çekiyorlar. Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan, Reha Erdem, Derviş Zaim, Semih Kaplanoğlu, Yeşim Ustaoğlu gibi yönetmen arkadaşları da bu anlamda birer ‘şair’ olarak görüyorum. 

Mavi Gözlü Dev” filmiyle ilgili ne düşünüyorsunuz? 

Bir defa Nazım Hikmet’le ilgili bir filmin çekilebilmiş olması çok önemli, müthiş mutluluk verici bir olay. Öteyandan büyük sanatçılar ve liderler üstüne film çekmek de hem zor, hem de cesaret gerektiren bir şey, çünkü mutlaka çok eleştiri alır. “Mavi Gözlü Dev” filmini bu zorluklara rağmen, eli yüzü düzgün bir film ve türünün öncüsü bir çalışma olarak değerlendiriyorum. 

Bir film çekecek olsanız, hangi şairin hayatını ya da hangi romanı çekerdiniz? 

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Huzur”, Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanları ile Ece Ayhan ve Cemal Süreya’nın yaşamlarını filme çekmek isterdim. 

BEN BAŞKASININ DİLİ OLSAYDIM” 

Ben başkasının dili olsaydım 
ezik sözler arasında bir delidil bulurdum 
kırılmış kolyesini arayan inciler gibi 
gözyaşlarımı toplardım, o rüyadan uzakta ve yorgun” 

BAŞKASININ ŞİİRLERİ” bölümünde, başkalarının yerinde olunduğunda daha iyisini yapabilirliğin bireysel övüncü değil, bu bölümdeki şiirleriniz. Haydar Ergülen oluşunuzla ve şair Haydar Ergülen oluşunuzla, hayata, insana dair ne varsa daha zorlayıcı, daha derin ve ulaşılmazlığın belki de imkansızlığın büyüsüyle “Ben Olsaydım” mı diyorsunuz? 

Evet, ‘başka bir dünya mümkün’ olduğu gibi ‘başka bir hayat da mümkün’ diye düşünüyorum. İnsan yapamadıklarını, düşlerini belki bir ‘başkası’ olarak yapabilir, gerçekleştirebilir. Kendimizi ‘öteki’nin yerine koymak bize daha fazla insan olabilme imkanı sunabilir. Dediğiniz gibi ‘imkansızlığın büyüsü’yle büyülenmek de bir imkandır, aynı zamanda insanın olabileceği insan olma yolunda umutsuz da olsa çaba göstermesidir. Keşke ‘Ben Başkasının Şairi Olsaydım’, o zaman bu sorunuza daha esaslı bir yanıt verebilirdim belki ! 

(Bir Kızılderili Şiiri)” ile başlayan “AY ANTOLOJİSİ” bölümü, on iki ay’a ait kimi mani, kimi haiku, kimi ise kısa şiirlerden oluşmakta. 

Ocak 

Yazla yıkanmış elma 

caneriği olur seninle 
güzün yıkadığı üzüm 
ansuyudur sevgiyle 

(Eski İran Şiiri)” 


Her ay’a bir şiir ama, her şiirin parantez içi farklı aidiyetleri de bulunmakta. 

Örneğin; “Haziran” şiiri, “(Eski Bizans Şiiri)” gibi… 

Şiiri dediğim gibi sık sık ‘başkasının yerine’ yazdığımı düşünürüm ya da öyle yazmak isterim. Biliyorsunuz, başkasının yerine yazdığım iki kitabım var, “Hafız ile Semender” adlı toplu şiirlerimin 2. cildinde yer alan iki kitap. Biri Lina Salamandre adıyla, bir kadın şair yerine yazdığım “Kabareden Emekli Bir Kızkardeş”, diğeri de Hafız adıyla yazdığım “Hafıza”. ‘Ay Antolojisi’ni de bir kaç yıl önce Radikal Kitap ekinde aylık olarak yazdığım “İtina İle...” başlıklı şiir yazılarımın içinde yayımlamıştım. Bunlar bir şairin yerine değil, ‘anonim’ olarak yazdığım şiirler. Farklı kültürlerden, farklı zamanlardan, farklı şiir tarzlarına göre yazdım. Şiir insanın en eski arkadaşıdır, yoldaşıdır diye düşünürüm, bu düşünceme ve dünya görüşüme uygun olarak da, şairi öne çıkarmayan, onu yüceltmeyen, şiirin daha önemli olduğunu göstermek için imzasız yazdığım ‘anonim’ şiirler bunlar. Şiirin de ‘anonim’ olması gerektiğine inanıyorum, biraz da onun arayışı diyebiliriz. 

İYİLİK”, “ÜÇÜNCÜ SEVGİLİ”, “KIRMIZI ŞİİR” ve “AŞK İÇİN ÜÇ AKROSTİŞ” bölümü… Sevgili eşiniz, İdil Ergülen'e, yazdığınız akrostiş şiirler. 

Mutlu Aşk Yoktur” diyen, Louis Aragon'un aksine aşkın, sevgilinin yüreğinize doldurduğu huzuru ve coşkuyu buluyoruz şiirlerinizde… 

Evet, “Mutlu Aşk Yoktur”, Aragon’a hak veriyorum ama, aşkla mutlu olmak vardır, aşk bizi yalnızca sevinciyle değil, kederiyle, acısıyla, ayrılığıyla da mutlu edebilir. Tıpkı şiir gibi. Sözgelimi benim yazdığım şiirlerin çoğu kederlidir, bu kederi yoğun bir biçimde aktarabilmişsem, okuyan bir kaç kişi de bundan payına düşen kederi duyumsayabiliyorsa, o şiir beni mutlu eder. O zaman, bu keder de olsa, birilerinin ihtiyaç duyduğu şeyi karşılamış olduğumu düşünürüm. Aşka da böyle bakıyorum, yani onu her şeyiyle yaşamak, sevinciyle, acısıyla, ayrılığı ve buluşmasıyla yaşamak, aşk içinde olduğumuzu gösterir, aşk bize bu anlamda mutluluk verir. “Eskiden Terzi” kitabımda yer alan ‘Beni Aşka Terkettiğin İçin Seviyorum Seni’ şiirimin başlığı da, ironik bir biçimde bu mutluluğu dile getirir zaten. 

Haydar Ergülen şiirlerinde baskın renk genellikle mavi diye düşünürüm. Fakat kırmızı ihtirası simgelerken, “Kırmızı Şiir”de, yine mavinin o sakinliğine dönüşüyor, kırmızı… 


Demek ki benim tutkum da, ihtirasım da sakinlikmiş. Kırmızıy'ı yazarken bile mavi'ye dönüşmesi de bu yüzden sanırım. Kim bilir belki şairler de renk körüdür! Eh, aşkın gözü kör olduğuna göre şiirin gözünün de kör olmasında bir sakınca yok bence! Kitabın sonunda, 4 yıl önce yitirdiğim babam için yazdığım bir şiir var, “Mavi Hasan, Mavi Usta”, o şiirin sonundaki dizelerden biri şöyledir:”Başı kızıl, içi mavi bir yol sürerler...” Sanırım yazdığım şiirin rengini de açıklıyor bu dize. 

20, Sorunun cevabı da kendisi aslında:’n’dir Haydar Ergülen. Adından, imzasından, varsa ağırlığından kurtulmak gibi bir şey bu, hele ‘şair’ olarak mutlaka kurtulmamız gereken bir şey. Yalın, doğal, basit ve hatta sıradan olma arzusu. Ya da hiçbir şey olmama duygusu. 

N’EYİM BEN 

Pazartesi : Haydar Ergülen 


Salı : aydar rgülen 


Çarşamba : ydar gülen 


Perşembe : dar ülen 


Cuma : ar len 


Cumartesi : r en 


Pazar : n 



İniyorum gün günden 


adımdan, şiirimden 


‘n’eyim ben 


‘n’edir Haydar Ergülen "



ÜZGÜN KEDİLER GAZELİ” şiir kitabınızın, yedinci ve son bölümü olan “DİĞERLERİ” şiirleriniz… Örneklediğim şiiriniz geçtiğimiz yıl yayımladığınız “Yağmur Cemi” kitabınızda da yer almıştı. Sizde, cevabı var mı? 

n’dir Haydar Ergülen” 

Halini ve haddini bilmek de diyebiliriz buna. Tıpkı yukarıdaki şiirin bitiş dizesi gibi:’n’ olmak. Ama Türkçe okunması şartıyla, yani ‘ne’ olmak diye, yoksa şimdi moda olduğu gibi yabancı dilde okursak harfi, ‘en’ olmak gibi bir şey çıkar ki, doğrusu hayatta da, şiirde de aklıma bile getirmediğim bir şeydir bu. Yazdığım şiirin derinliğini (yani derin olmadığını) ve sınırlarını (fazla geniş değildir) az çok bilecek bir yaştayım, kalırsa 3-5 şiirim kalır, onlar da bir zaman okunur belki. Ne bugüne ne geleceğe kalmak gibi bir derdim, çabam, hevesim yok. Büyük ve iyi şairleri iyi okumaya çalışan bir ‘şair’im ve onların şiirleri bana ömrümün sonuna kadar yeter. Bu yüzden bu ne kendime dair bir eleştiri ne de bir çözümleme, sadece kendini, haddini, halini ve şiirini bilmekle ilgili bir durumdur. Hiç şiir yazmasam da olurdu ama yazmış bulundum bir kere. Yani kısacası; Haydar Ergülen şiir yazmasaydı Türk şiiri hiçbir şey kaybetmezdi, bir eksiği de olmazdı. 

Üç aylık, “Hapishane ve Edebiyat Dergisi” alt başlığıyla yayımlanan, “Mahsus Mahal”in “Arkadaşça” sayfalarındaki “Değerlendirme”lerde; şiirleri, denemeleri, hikâyeleriyle onlarla bir anlamda, edebi birlikteliği paylaşıyorsunuz. Neler düşünüyor ve neler hissediyorsunuz? 

Mahsusmahal’ siyasi ve adli, tüm tutuklulara yönelik bir edebiyat ve şiir dergisi. İçerde, her zamankinden daha çok sayıda şiirle, edebiyatla uğraşan insan var. O yoksunluk içinde yazdıklarını okumaya, bir-iki söz söylemeye çalışıyorum. İçlerinde gerçekten de çok iyi şiir, hikaye, deneme yazan arkadaşlar var. Dışarda şiir yazan, edebiyatla uğraşan genç insanlarla nasıl ilgileniyorsam, içerdeki arkadaşlarla ilgilenmeyi de bir görev ve sorumluluk olarak görüyorum. 

Mayıs ayının ilk haftası, Arnavutluk’ta düzenlenen, “ Poeteka Uluslararası Şiir Festivali”ne, Bulgaristan, İngiltere, Yunanistan, Almanya, İtalya, Romanya, Rusya ve ABD’den 80 şairin katıldığı bu festivalde, Türk şairi olarak bulundunuz. Festivalden ve yaşadıklarınızdan bahseder misiniz? 

Balkanlar’ı çok severim, coğrafya olarak da ruh iklimi olarak da. Arnavutluk’ta da komşu Balkan ülkelerinden, bir kaçını önceden tanıdığım şairlerle dostluğumuzu geliştirmeye çalıştım. Sanırım şiirlerimden bir seçme kitap yayımlanacak Arnavutluk’ta önümüzdeki yıl. Ben de bir kaç şairden, İngilizce’den, biraz çeviri yapacağım. 

Son günlerde görsel ve yazılı basından gözlemediğim kadarıyla, popüler kültürün kendini yok etmeye başladığını, kültür ve sanatın yeniden yükselmeye başlayan ayak seslerini duyduğumu söyleyebilirim. Ve elbette günümüzde yaşadığımız, siyasi dalgalanmalar, 80 sonrası sessizleşen, kendi içine dönen halkın bir anlamda silkinmesine vesile oldu ve halk, kendisine dayatılan popüler kültürün yozlaştırdığını fark edip, daha seçici olmaya yöneldi. Her ne kadar bunun sonucu görebilmemiz için zamana ihtiyacımız olsa da, kültür ve
sanat alanında öğrenme ve merak yetisiyle hareket ettiğini, düşünüyorum. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? 

Yine de 5-10 bin kişilik bir topluluğun içinde dönüyor sanat da, edebiyat da, şiir de. Kitap satışları artıyor ama, bu kitapların çok azı edebiyatla ilgili. Yakın tarih, anı ve biyografi kitapları, komplo teorileri, bolca tarih soslu romanların sayısı ve okuru artıyor. İyi edebiyat, iyi şiirse maalesef her zamanki gibi belli bir azınlık tarafından okunuyor. 

Her zaman iyi bir okur oldum. Sadece kitap okuru değil, ciddi edebiyat dergilerinin takipçisiyim. Gençlerin, dergilere ve şiir, öykü, roman, yarışmalarına yoğun ilgilerini gözlemliyorum. Sonuç her ne olursa olsun, gençlerin küsmediklerini aksine daha da istikrarlı olduklarını düşünüyorum. Edebiyat etkinliklerinde de, aynı derecede varlık gösteriyorlar. Gençlerin böylesine edebiyatın peşinde olmaları konusunda ne düşünüyorsunuz ve onlara gözlemlediklerinizle, önerileriniz neler olabilir? 

Şiir ve edebiyatın onlarla başlamadığını bilmeleri, çok okumaları, yazmaktan daha çok okumaları, sanatın diğer dallarını da ihmal etmemeleri, sinema, tiyatro, müzik, resimle ilgilenmeleri, ülkenin ve halkın sorunlarına karşı duyarlı, gerektiğinde müdahil olmaları, bir de etkilenmekten asla korkmamaları... Bunları söyleyebilirim. 

Şairlere ‘Kelimelerin Tanrıları’ derim ve Tanrı’ların işleri çoktur. 
 Zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz… 

Ben de bu zevkli söyleşi için çok teşekkür ederim. Yalnızca ‘Üzgün Kediler Gazeli’ni değil, bütün şiirlerimi, yazılarımı kuşatan bir araştırma yapmışsınız, kapsamlı ve isabetli sorular hazırlamışsınız. İnceliğinize, ilginize yürekten teşekkürler. 


Koridor Dergi / Nisan Serap

ŞİİRDEN ŞİİRE - XII Ahmet Günbaş

Geda – Nisan Serap MURATOĞLU, Artshop Şiir, 1.basım, 2009 

“Evet, geçti...” diye özetlemiş Muratoğlu özgeçmişini yapıtının ön yüzünde. Anlaşılan, delip geçmek koşutluğunda solgun renklere boyanmış aradaki zaman... Beklentiler yosun tutmuş, umutlar savrulmuş.. 

Yaşından, mesleğinden, öteki yapıtlarından, yazdığı dergilerden, kısaca her şeyinden habersizim Muratoğlu’nun. Ama ben onu Şiirbaz bültenlerinden tanıyorum, şiire âşık biri olarak. Zaten ilk şiirine başlık yaptığı Hayatbaz yakıştırması da şiire denk düşüyor. Çünkü orada annesi ‘düş’, babası ‘gerçek’, “kendine batan” sıkıntılı biri var. Eh, insana bir şeyler batacak ki adı şiiri olsun, öyle değil mi? Sürgit dinginlikten, yapay dengelerden bize ne? O halde hüzünlü bir fotoğrafın flu görüntüsünden yakalamaya çalışalım kimliğini: 

“Yalana karışmış sokağın ortasında 
Yama tutmayan hayatı giydim
Melek sırtı yaşıyorum 

Yüreğime değen acı dillerin
Bereketiyle besleniyor şiirim
Benim adım 
Hayatbaz...” (s:6) 

Yaşanılıp geçilenin içinde paranteze alınmayacak denli duyumsatılan yıkım her neyse, yaşam anlamını yitirmiş durumda. Bu da denge sorununa yol açıyor tinsel açıdan. Engin Turgut’un saptamasıyla, “güz kokan şiirler” yazıyor şair. Gri fonda gezinen şiirlerde yeni bir denge arayışından söz edebiliriz. Yaşama can suyu veren aşk karşısındaki ağır yenilgi tarumar eylemiş tüm ilişkileri. 

Ama eldeki sonuçlardan başlıyor yeni denge arayışları. Öncelikle “aldanmak pahasına inanmak” yolunda ısrarlı yenilgi sahibi. “inanmak, aldanmak / istiyorum // tanrı”(s:8) diye yakarması bundan. Asıl felaket, onu dünyaya bağlayan inançlarının yitmesi; görünür anlamda tutunma gayretlerinin boş çıkması... 

“Yenilgi değil / kabulleniş belki de” (s:13) geri çekilişinde, tüm kıyılarının siyaha boyandığını gözlemleyebiliyoruz. Fenerlerinden belki en önemlisi, annesi yok artık yanında. Cemal Süreya söylemiyle sığındığı dizeler bıçak keskinliğiyle ürpertiyor insanı: 

“sahi
‘sizin hiç anneniz öldü mü’
dokundunuz mu
soğuk ve kaskatı göğüslerine 

‘benim öldü’ 

bu yüzden
yüzümdeki
toprak sızı...” (s:15) 

Avuçları boş kalan Geda kederiyle “...Bir daha yıldız toplamayacağım / Gözlerinden anne! Bu da son sözüm” (s:17) dense de, biraz ileride “Annemin yıldız tokalarında / Aklımın kalışlarıyla karşılıyorum / Bıraktığı yerde hayatı” (s:23) tasarımı, anne izlerinin ölümsüzlüğüne getiriyor sözü. “Kesildi annemin sütü / Tanrı’nın gözünde /Küçüldüm” (s:78) çığlığındaki boşluğun kederi, göklere çıkarıyor anne kutsallığını. Ama şu inançların yitirilmesi konusu güncelliğini koruyor “Hayata dair bir şey söyle / Ölüme inanayım” (s:27) belirsizliğinde. Ona göre ölüm, içi doldurulan yaşam sevincinin anlamlı bir şekilde noktalanmasıdır. Ve yaşanmamışlık acısı her acının üstündedir. Asla onarılmaz, otarılmaz... Karşılığı “yıllanmış ölü”dür onun. Yanlışların temelinde de anne vardır “Beni bir kuzgun büyüttü anne / Sen adına hayat dedin” (s:60) saptamasıyla. Yakarıların adresindeki o meçhul sevgiliden istenen birazcık yaşamaktır aşk çekirdeğinin filizlenmesine bağlı kalarak: 

“razıyım cehennemine
beni yaşamadan
ölme!” (s:29) 

Bir insanı yaşamak, önemli bir derinlik bağışlamalıdır hoyratlığın kıskacında. 

Öyle ki Bukowski’yi itirafa zorlayan bir açılımdır bu. 
Özellikle aşksızlık, imgeden kovulmuş gibi yansır gizemli iç dünyasından: 

“Kaç kadın aşağıladı seni
Kaç şiiri yaktın gecenin koyununda 

Kaç imgeden kovuldun
Bırak palavrayı Bukowkski” (s:32) 

Benzer içtensizlik Cemal Süreya’ya adanmış Ha Ha Ha şiirinde, 70’li yılların tek boyutlu gençliğinin görünür eksikliği olarak dile getirilir “Aşklara çırılçıplak soyunacağız” (s:34) özlemiyle. 

Aşk farkındalığı, “Ben gecenin utanmazlığını sevdim”le (s:41) özdeş tutulur. Gündüz gözüyle gerçekleşemeyen ilişkilerin geceye taşınarak kotarılması biraz da kaçkınlık kokar. “Utanmazlık” sözcüğündeki ironi ise, doğal olana göndermedir aslında. Aşkın utanılır bir yanı olmasa gerektir. Hatta üstüne üstlük sevgiliye teşekkür edilir mucizevi anlamda Ülkü Tamer gibi! Sevgili gitse de bireyi aşan bir kullanım değeri vardır aşk çıngısının. “Dağınık / Halk ezgilerine karışırdı sesin /Özlerdi uzak ülkeleri / Köklerin” (s:65) işlerliği ne yazık ki “olmadı / beceremedik bu yüzyıl / sevişmeyi” (s:56) başarısızlığıyla gölgelenmiştir. Yüzyıllık beceriksizliğin altında kuşağının acıları yatar Muratoğlu’nun. Onlar ki aşka bulaşmadan göçüp gitmişlerdir körpecikken. 

Sözcükleri ağzından dökülüveren nahif bir yapısı var Muratoğlu şiirinin. Gerek özünden kaynaklanan içlenmeler, gerekse sevdiği şairlerle kurduğu bağlar, uçu açık bir biçeme götürmüş onu. Şiir katında “Ve rayların arasında solan papatyaların / Unutulan ağıtlarını” (S.72), “ağrılı göğün doğurduğu / ilkgün” (s:48), “ağaca döndü yüzümüz / yeşil bir fırtına bu” (s:30) örneği incelikli buluşların yanında safra sayılabilecek kuru söyleyişlere de düşebiliyor. Öyküleme sürecinde imgeyi öteleyen ‘gibi’ edatlarını bolca kullanıyor. Salt istediği anda sıkı bir şair olarak da göze çarpabiliyor kimi şiirlerinde. 

Kısaca Geda’dan sonra - yürüyüşünü sürdürürse - beklentileri ışığında tersine bir kimlik gelişecek Muratoğlu’nda. 

( Eliz Edebiyat, Ağustos 2009, sayı:8 )