17 Temmuz 2010 Cumartesi

Bir Uyumsuzun yürüyüşü


Uyuyamamıştım. Gözüme aşk kaçmıştı benim. Terk edilmiştim. Beni öpecek, öpecek sonra da doğuracak hiçbir kadın yoktu yanımda. Kökü dışarıda olan hain bir aikın acısını çekiyordum ve uyuyamamıştım.

Bir yıl içinde değiştirdiğim ve adreslerini artık iyice karıştırdığım sayısız evden birinde sabaha kadar bütün hüzünleri kendimde denemiş, ortalık ağarmaya başlayınca da kalkıp buraya gelmiştim işte. Sabah rüzgârında bu koca mahalleye, kara duvarlara ve yağ kokularına doğru yürümüştüm. Korunmasız ve sırçadan yapılmış gibi kırılgandım. Ellerimde hâlâ onun kokusu vardı. Her zamanki gibi yine şaşırmıştım. Aradan bunca ‘asır’ geçmişti ama ellerimde hâlâ onun o ter kokusu, o cila kokusu, o ipek kokusu nasıl oluyordu da kalabiliyordu?

Her neyse. Tek yanlı aşkın kişiyi nasıl aptallaştırdığını bildiğimden, bu koku düşüncesini de unuttum gittim. Dediğim gibi o kasım aynın sahte ışıklı şöyle böyle aydınlattığı Atlı Ases sokağına gelmiştim.

Kış mevsiminde kapatılan ve bu nedenle kalın bir yalnızlık içinde yatan lunaparktaki çoktan unutulmuş atlıkarıncalardan birine oturmuş, bizim sokağa açılan Büyük Kırlangıç ve Eski Çeşme sokaklarına bakıyordum.

Derken, biraz daha ötelerden, biraz daha yokuş başı olan Altın Bakkal sokağında o adam belirdi. Yıllardır hemen her sabah burada karşılaşırdık. Utanırdık birbirimize bakmaktan. Bazen uzaktan seslenirdi bana. “Ben Ruhi Bey Nasılım” derdi. Bazen de adının “Çağrılmayan Yakup” olduğunu söylerdi.

Şimdi elinde bir masa, üzerinde yakası geniş zamanlara düşen yeşil ipek gömleğiyle orada dikiliyordu işte. Her sabah seyrettiğim için artık ezberlemiştim. Birazdan masayı yere bırakacak, sonra da masanın üzerine anahtarlarını, akır vazoyu, yaşama sevincini, kimi sevip kimi sevmediğini, uykusunu ve uyanıklığını, açlığını ve tokluğunu koyacaktı.

Hepsini yaptı. Ayrıca ekmeğin ve havanın yumuşaklığını koydu masaya. Biraz geri çekilip, masanın sağlamlığını tarttı gözleriyle. “Bana mısın” demediğini görünce, son olarak da tuttu bir biranın dökülüşünü koydu masaya ve benim gibi beklemeye başladı.

Sonra öteki adam da geli. Her zamanki gibi dalgındı. Bize hiç bakmadı. Serin bir yerde durdu. Gözlerinde yıldızlar uçuşuyordu. Bir elinde kadeh vardı. Öbür elini de sanki görülmeyen bir yerindeki yarasına bastırıyordu. Kalın bıyıklı bir adamdı ve bir şeyi okşar gibiydi. Nedendir bilmiyorum, içtiği tütünler hep ıslaktı. Bir de hep üşüyormuş gibi bir hali vardı.

Üçümüz de sustuk ve onu beklemeye koyulduk. Saatlerimiz yoktu. Bu nedenle vaktin kaç olduğunu anlamak için gökteki bulutlara baktık. Martılara baktık. Uzaktaki ana caddeden geçen tramvayın kampana uğultularını dinledik. Kilise çanlarına kulak verdik. 8.10 vapurunun boğuk düdük sesini duyar mıyız diye kulak kabarttık.

Geldi. Kısa saçlı, yüzünde hep o utangaç gülümseme, yaramaz bir kız çocuğu gibi seksek oyunu adımlarıyla yürüyerek geldi. Olanca güzelliğiyle geldi. Lamartin Caddesi’nden çıkıp geldi.

O güzelim başını hafifçe eğerek üçümüze de selâm verdi. Bize çok kısa bir an için baktı. O bakışta hem acıma, hem sevgi, hem şefkat hem de mutluluk vardı. Kısacık bir an için bize, biz üç erkeğe annemiz, ablamız, kız kardeşimiz, arkadaşımız, omuzdaşımız ve sevgilimizmiş gibi baktı. O an ağlamaklı olduk.

Sonra bize arkasını döndü. Sokağın ortasına doğru yürüdü ve hafifçe “hey” diye seslendi. Atlı Ases Sokağı bir anda yüzlerce kediyle doldu. Sarmanlar, tekirler, karalar, samurlar, sütbeyazlar, kirloşlar, pamuklar, tekmili birden tevatür güzel kadının çevresini sardı. Yeşil, mavi, kahverengi, bal rengi, siyah gözleriyle kadına bakmaya durdular. Güzel kadın bir ikisinin başını okşadı. Bir ikisine “Cahide”, “Siyami”, “Şıllık”, “Keş” diye seslendi ve isimlerini duyan kediler hemen kadına yanaştılar.

Kadın kocaman çantasından büyüklü küçüklü paketler çıkarmaya başladı. Her biri bir yılbaşı armağanı gibi renkli, cicili bicili kağıtlara özenle sarılmış paketleri tek tek açıp, kaş göz arasında kaldırıma seriverdiği bir gazeteye hafifçe yerleştirdi. Sanki kendi evinde eşine dostuna, ailesine bir yemek masası düzenliyor gibiydi.

Kediler hiç taşkınlık yapmadan sabırla bekledirler. Güzel kadın haşlanmış ciğerleri, belki de tek başına yenildiği için pek keyif vermemiş olan bir akşam yemeğinden geriye kalmış köfte ve tavuk parçalarını, kıymalı ve sosisli börekleri gazete kağıdı üzerine güzelce serdi. Sonra biraz geriye çekildi. İnce ve zarif yüzünde bir gülümseme belirdi. Nedir, az sonra bu kez acı çekiyormuş gibi oldu. Elini göğsüne götürüp, hafifçe ovaladı. Sanki tam ortasında bir şey, hani boynundan midesine doğru inen yemek borusunun oralarda bir şey acıyormuş gibiydi.

Sonra yeniden gülümsedi. İşte o zaman kediler ciddiyet ve büyük bir disiplin içinde, hiç hırlaşmadan, pençeleşmeden, kuyruklarını kırbaç gibi sallamadan yiyeceklere yaklaştılar ve omuz omuza ve ancak kedilerde görülebilecek bir zerafet içinde yemeye koyuldular.

Güzel kadın şimdi iyice gülümsüyordu. Sonra bize, hayranlıkla ona bakmakta olan üç erkeğe döndü. Ne de olsa aşkın “geçmiş zaman kipini” de “gelecek zaman kipini” de bilen, onca yürek yangını yaşamış biriydi o. Bizim, biz o üç erkeğin nasıl bir umutsuzluk, özlem ve yalnızlık burgacında yitip gitmekte olduğumuzu da gayet iyi biliyordu.

Fısıldadı. “Üzgünüm, geçer diyemeyeceğim” dedi, “çünkü asla geçmiyor ve katlanarak artıyor” diye ekledi. Sonra yine fısıldayarak konuştu. Bize, acı içindeki o üç erkeğe, “asıl terk edilenin, terk eden olduğunu anlamıyor ki kimsecikler, terk eder görünen, neşteri ortak yaraya batırabilendir, çünkü bu güç iş ona bırakılmıştır, yitirdiklerini, yitireceklerini, çekeceği acıları bilse de gerekeni yapmak zorundadır, daha azla uzlaşmacı değildir.”

Soluklandı. Yine utangaçça güldü ve “benim gibi yapın, nereye olduğunu bilmeden ve durmadan yürüyün.” Dedi. Sonra da arkasına döndü ve uzaklaşmaya başladı. Altın Bakkal Sokağı başındaki yeşil ipek gömlekli ve önündeki masaya durmadan hâlâ bir şeyler koyan adam, telaşla ayağa fırladı: “Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç” diye seslendi kadına. O bir elinde kadeh olan, tütünleri hep ıslak olan adam da, “sen bir atmacanın en uzun çığlığısın her türlü gökte” diye bağırdı. Ben durur muyum? Hiç dönmeyen atlıkarıncanın üzerinde dikildim ve kadının arkasından seslendim. “Daha nen olayım isterdin, onursuzunum senin”.

Duydu mu duymadı mı bilemedik. Arkasına hiç bakmadı ve sokağın kuytuluğunda kayboldu.

Geriye yalan ışıklı bir güneş, ter edilmişler sokağı, hüzünlü bir atlıkarınca, biz, biz o umarsız üç erkek ve kediler kaldık. Sonra tuhaf bir papatya kokusu sardı her yanı. Biz, biz kaybetmiş üç erkek, Atlı Ases sokağından sessizce çıktık ve işlerimizden kovulmaya gittik.


Tomris Uyar’ı sevmiş olan üç erkek, üç ünlü şair Edip Cansever, Turgut Uyar ve Cemal Süreya benim yaptığım bu kurgu inde hiç olmadılar elbette ama gerçekten derin bir aşkla sevdikleri Tomris Uyar için en güzel şiirlerini yazdılar.

Lemi Özgen

Alıntı: K Dergisi, 192